1 Ekim 2023 Pazar

Irk, Irkçılık

Irk ve Irkçılık

Modern bir fenomen, kapitalizmin doğumuyla yakından ilintili olan ‘ırk’ ile ilgili bilimsel kuramlar genel olarak 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır. İnsanlığın doğa ve kendi hakkında bilgisinin gelişebilmesi için her coğrafyada, farklı kültür ve toplumlarda oluşan ve evrensel birikim olan bilimin; bugün insanlığa karşı suç olarak tarif edilen bir görüşü haklı çıkarmak için payanda edilme çabaları tarihin en anti-bilimsel kötücül bir ironisiydi.

 ‘Irk’ kavramının açıklanmaya, bilimsel temeller oluşturulmaya çalışıldığı tarihsel döneme baktığımızda; sömürgecilik bağlantısı karşımıza çıkmaktadır. Avrupalıların sömürgecilik faaliyetlerini haklı çıkarmak için ırkçı kuramlar o dönem birbiri ardına peşi sıra geliştirilmiştir. Mevcut biyolojik temelli ırk kavramsallaştırmasının ortaya çıkışının sömürgeciliği haklı kılma çabasının bir sonucu olduğunu, bu yönüyle de ideolojik işlevi olduğunu söyleyebiliriz. Tarihte olduğu gibi günümüzde de esasında ideolojik işlevleri yerine getirmekten başka hiçbir anlam ifade etmemektedir.

Irk kavramsallaştırmasına bilimsel dayanaklar arama çabası; gerçeklikten kopuk bir dünya yaratımına, sömürü ve eşitsizliği haklı göstermeye yarayan tezleri ortaya çıkarmıştır. Bunun ilk örneğini oluşturan 19. Yüzyılda ‘ırk’ fikrinin öncüllerini ortaya koyan, ırk kuramcılığının babası olarak gösterilen Arthur De Gobineau’ya göre temelde üç ırk vardır. İnsanların biyolojik temelde ırklara bölünebileceğini düşünen Gobineau için bu ırklar beyaz-siyah-sarı tenli insanlardan oluşmaktadır. Ona göre; beyazlar üstün zekalı, ahlaklı, iradeli; siyahlar ahlak yoksunu, duygusal kararsızlık ve bilişsel kapasiteleri sınırlıydı ve beyazlar bu iki ırktan da üstündü. ‘Bilimsel kaygılar’ doğrultusunda biyolojik temellere dayandırmaya çalışısa da varmak istediği sonuç eşitsiz-doğası gereği alt-üst, sahip-köle olarak tarif edilebilecek bir yapı sunmaktı. Esasında ırk teriminin ortaya atılışıyla, ırkçılık eşzamanlı bir doğum niteliğini taşımaktadır. Çünkü bu terimleştirme bizzat ırkçı bir dünya görüşünü oluşturmak isteyen sömürgeci toplum üyesi bireyler tarafından yapılmıştır. Bu bir egemenlik biçiminin ‘bilimsel’ yollarla meşrulaştırma uğraşıdır.

Irkçılık üzerine çalışmaları bulunan sosyolog Miles, ırk kavramının ideolojik bir inşadan başka bir anlamı olmadığını ileri sürmektedir.[1] Irkın, akademik çevrelerdeki kullanımının; kavramın biyolojik temelleri olduğuna ilişkin gündelik yaşamdaki yaygın inancı sürekli kıldığını ve ancak bunun sadece ideolojik inşadan başka bir şey olamayacağını söylüyor. Miles’ın bu görüşünden hareket edersek, Darwin’in evrim teorisinin de ırk kuramlarını boşa çıkardığını hesaba katarsak; ırk teriminin gelişimi esasında sömürüyü ve eşitsizliği haklı çıkarmaya varan pragmatik bir anlayışı ifade etmektedir.[2] Günümüzdeki yaygın insan profiline baktığımızda da halen ırk kavramsallaştırması zihinlerde biyolojik-genetik bir farklılığa işaret ediyormuş veya farklı insan türlerini tanımlıyormuş gibi anlaşılmaktadır. Günlük yaşamda ırk kavramı yerleşik kalıplardan kaynaklı olarak biyolojik bir temelde ayrıma dayalı anlaşılmaktadır. Oysa tüm fiziksel farklılıklarıyla birlikte varlığımızla ilgili evrimsel biyoloji; bize bir tür olarak Homo Sapiens olmamız dışında başka bir biyolojik bilgi sunmamaktadır.[3]  

Meselenin sosyolojiyle ilgili olan kısmına geçersek; pek çok sosyolojik çalışmada ırk kavramı biyolojik olarak reddedilen fakat kullanılan bir kavramdır. Sosyologlar için bu kavram tırnak içinde ‘’ırk’’ kavramıdır. Nedeni ise tırnak içinde verilmediğinde biyolojik bir temele referans veriyormuş algısı oluşmaması içindir. Çünkü sosyologlar bu kavramla biyolojik ya da fiziksel bir kavramı kast etmiyorlar, fakat toplumlar ‘ırk’ temelinde bölünmeye, ilişkiler geliştirmeye devam ediyorsa ve bu Amerika başta olmak üzere modern toplumların bir gerçekliğiyse en azından bunu tırnak içinde de olsa kullanmaya devam edilmesi uygun görülmüştür.

Irkın tırnak içinde kullanımıyla bir toplumsal anlamı vardır. Irk kavramsallaştırması fizyolojik bir anlam ifade etmiyorsa; toplumsal ilişki ve çeşitlilik anlamında kullanılmaktadır. Bu yüzden de sosyolojinin konusu olmaktadır. Sosyoloji için ırk terimiyle, toplumsal bir ilişkiyi anlaşılır kılmak üzere ilgilenilmektedir. Çünkü ırk, toplumsal bir ilişki olarak işlev görmektedir. Fakat ırksal ayrım olarak biyolojik temelli ırk terimleştirilmesi yapıldığında, mevcut ırkların toplumsal bir zeminde ilişkiler, çeşitlilik, farklılık düzleminde tanımlanması değil güç ve eşitsizlik örüntülerinin yeniden üretilmesi hedeflenir. Özetle sosyolojinin bir ilişki biçimi olarak anlamaya çalıştığı ‘ırk’ ile ırksallaştırma ve ırksallaştırmayla oluşturulmak istenen ırkçı-ayrımcı kuramın ırk kavramı farklıdır.

***

Irk teorisi 20. yüzyılda; bilimsel ırk ve ideolojik-politik ırkçılıkla birleşerek; Almanya’da yayılmacı şekilde Nazizm, İtalya’da yine yayılmacı şekilde Faşizm, ABD’de siyah ve göçmen karşıtlığı olarak Ku Klux Klan Hareketi ve Güney Afrika’daki beyaz üstünlüğünü içeren Apartheid Rejimi olarak en bilindik örnekler olarak karşımıza çıktı. Apertheid rejimi Nelson Mandela ve arkadaşlarının mücadelesiyle yıkıldı, Nazizm ve Faşizm II. Dünya Savaşı’nı kaybetti. 20. yüzyılda siyasal rejimler olarak ve yayılmacı amaçları da içeren ırk teorisi aynı yüzyıl içerisinde ırkçılık karşıtı çok çeşitli mücadelelerle geriletildi. Böylelikle biyolojik temelli kesin ırklar olacağı fikri gerilerken insanlar arasında fiziksel değişikliklerden oluşan bir yelpaze olduğu fikri güç kazandı. Biyolojik temelli ırk ayrımı ve bunun ideolojik çıktısı olarak ırkçılık günümüzde siyasi rejim kurabilecek güç olmaktan çıkarılmış uluslararası belgelerle de mahkum edilmiştir.[4]  Fakat ırk kuramları 18. ve 19. yüzyıllarda çıkmış daha sonrasında yanlışlığı anlaşılmış ve ideolojiler-kuramlar çöplüğüne atılmış yaşamayan kuramlar arasında değildir. 19. yüzyıldan itibaren gelişen, beyaz üstünlüğünü merkezine alan ırk teorilerinin 20. yüzyılda geriletilse de 21. Yüzyılda da yansımaları olduğu söylenebilir. Güncelde bu kuramları halen savunan topluluklar, siyasal kurumlar, bireyler bulunmaktadır. Örneğin ABD’de halen beyaz üstünlüğünü savunan gruplar[5] bulunmaktadır, Avrupa’da göçmen karşıtı aşırı sağcı partiler, Almanya’da Neo-Naziler, Yunanistan’da Altın Şafak, Hollanda’da Le Pen gibi ırkçı partiler mevcuttur.



[1] Robert Miles, Irkçılık, s. 96,  İstanbul: Sarmal Yayınları, 2000.

[2] Claude Levi-Strauss, Irk, Tarih ve Kültür, s.80, Çev.: Haldun Bayrı ve diğerleri, İstanbul 1994, Metis Yay.,

[3] Tüm insanlar genetik açıdan %99,9 aynı olduğu için insan DNA’sında ırk oluşumu için yeterli hareket alanı bulunmuyor.

[4]  BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, 20. madde ise şu şekildedir: "1. Her türlü savaş propagandası hukuk tarafından yasaklanır. 2. Ayrımcılığa, kin ve nefrete veya şiddete tahrik eden her hangi bir ulusal, ırksal veya dinsel düşmanlığın savunulması hukuk tarafından yasaklanır"  1948. 

[5] Son ABD seçimlerinde de görüldüğü üzere çoğunluğu Trump yanlısı olan ABD’li beyazlar içerisinde; siyah ve Latin karşıtlığı güçlüdür.

 

Irksallaştırma, Etnosantrizm, Sterotip

1.  Irksallaştırma

Irksallaştırma, ırk anlayışlarının insanları ya da grupları sınıflandırmak için kullanma sürecidir.  Irksallaştırma, ırkçılıktan önce gelen modern dönem öncesine uzanmaktadır. 15. yüzyılda coğrafi keşifler aracılığıyla Avrupalıların dünyanın başka yerleriyle teması sonucunda ortaya çıkmıştır. Ulaşılan yeni kıtalarda farklı insan topluluklarıyla karşılaşılmış devamında ise bu farklılıklar bir sınıflandırma sistemine yol açmıştır. Sınıflandırmalardan, alt kategorileştirmeler ortaya çıkmıştır. Irk kavramının-kategorilerinin ortaya çıkışı da bu kategorizasyonlaşma süreciyle yakından ilintilidir.

Örneğin Edward Said, Şarkiyatçılık isimli eserinde; şarklının tanımlanmasının ırksallaştırma kategorizasyonuyla ilgisini ortaya koyar. Avrupalılar, başkaca karşılaştıkları kendilerinden coğrafi olarak uzakta bulunan kültürleri sınıflandırmak için; yabancılık merkezli, kendi kıtalarına olan uzaklık ve mesafeye dayanarak belirli kategoriler oluşturmuştur. Buradan da Avrupalı olmayan toplumların, beyaz Avrupalıların aksine ırksallaştırılması ortaya çıkmıştır. Tabi ırksallaştırma nötral, tarafsız bir süreç olarak gelişmemiştir. Beyaz insanın kendisi, ırksallaştırma sürecinde evrensel insanı temsil eder. Beyaz insan, ırklardan  herhangi bir ırk değildir. O, ırksızlaştırılmış evrensel insandır. Irk, siyahların olabileceği gibi tikelliği temsil ederken beyaz, evrensel insanı temsil etmektedir. 15. Yüzyıldan itibaren gelişen bu ırksallaştırma süreci kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. Dönemin ticari kapitalizminin sömürgecilik faaliyetleri ırksallaştırmanın maddi alt yapısını oluşturmaktadır.

2.  Etnosantrizm

Modern fenomen olan ırkçılığa dair ikinci tarihsel zemini etnosantrizm – etnos merkezcilik oluşturmaktadır. Modern öncesi daha doğrusu kapitalizm öncesi dönemde toplumların kendi inanç, kültür, dil vb. özelliklerini merkezine alıp diğer toplumları dışlamasıdır.

Yaklaşık 2.500 yıl önce Antik Yunanlıların, Yunanca konuşamayan toplulukları Barbar olarak isimlendirmesi, Orta Çağ’da gavur-küffar-kafir terimlerinin ortaya çıkışı, gerek Hıristiyanlar tarafından gerek Müslümanlar tarafından kendi dışında olanlara karşı kullanılan nitelendirmelere buna örnektir. Henüz bu dönemde biyolojik temelli bir ırkçılıktan söz edemeyiz ancak toplum olarak bir toplumun kendi dışındakileri kabile, uygarlık, soy, kültür, din, dil vb. açılardan dışlaması ve kendini merkeze alması durumu söz konusudur. Kapitalizm dönemi biyolojik ırkçılıktan farklı olduğunun anlaşılır kılınması için, kapitalizm öncesi ötekileştirici ve ayrımcılığı içeren bu yaklaşıma etnosantrizm denilmektedir. Kavramsallaştırmayı en sistematik haliyle ilk ortaya koyan ve bölgecilik, dar görüşlülük anlamında kullanan W. G. Summer olmuştur.[2]  Summer’ın 1906 yılında ortaya koyduğu bu görüş daha sonrasında Adorno ve çalışma arkadaşları tarafından 1950’de[3] ırkçılığı, anti-semitizmi, dinsel-dilsel-kültürel vb. ayrımcılıkları içerecek şekilde genişletmişlerdir.

3.  Sterotip

Bir grubun üyelerine yönelik sabit, donuk, değişmez genel ve yaygın ifadelerdir. Yargıda bulunan grup bireyinin, yargıda bulunduğu gruba dair değişmez görüşlerini içeren bu yaklaşım değişen pratiklerinden ziyade sabitlikler oluşturmuştur.[4] Öne sürülen yargının yanlışlığı ispatlansa dahi kalıplaşmış yargıya sahip oldukları için mevcut kalıbı yeni bir bilgiyle değiştirmeye direnç gösterirler. Öne sürülen kalıpların, toplumsal işlevleri bulunmaktadır. Örneğin herhangi bir toplumsal sorunda; sorunun kaynağıyla ilgisi olmamasına rağmen yargıya maruz kalan grup sorunun kaynağı olarak değerlendirilebilir. Bilindik tabirle sterotipler, başka grupları kolaylıkla günah keçisi[5] ilan edebilirler. Birinci örneği tamamlar şekilde sterotipler neden saptırma olarak da kendini gerçekleştirir.

 Herhangi bir sorunun gerçek nedenlerini ortaya çıkarmak yerine azınlık veya farklı grupları suçlayarak konudan uzaklaştırma işlevi de görürler. Örneğin, ekonomik krizden kapitalizmin işleyişi değil göçmenler sorumlu tutulur. Suç örtme olarak da Güney Afrika’da cinsel suçları beyaz erkekler, siyah kadınlar üzerinde işlerken; aynı beyaz erkek, siyah erkeklerin beyaz kadınlara cinsel suçlar işleyebileceğini savunuyordu.



[1] W. G. Summer, Folkways (1906) adlı yapıtında etnosantrizm terimini ortaya atmıştır.

[2] The Authoritarian Personality (1950)

[4] Tanrını lanetine uğramış bir topluluğun o lanetten ancak bir üyesini günah keçisi olarak kurban ederek kurtulabileceği yönündeki eski bir anlayışa dayanır.

14 Şubat 2017 Salı

Sınıf ve Sınıflı Toplum

Belirli üretim süreçlerinde insan gruplarının; üretimin kendisi ile ve üretim yapılan araçlar ile kurduğu ilişkiye göre tanımlanır. Örneğin köleci toplumda; köleler toplumsal üretimin ana öğesini oluştururlar, emek kölecilik karakterindedir. Kurulu köleci toplumun köle sahipleri vardır. Köle sahipleri üretim sürecinde sömüren, köleler ise sömürülen sınıfı oluştururlar. Köle sahipleri ve köleler ayrımını oluşturan temel öğe üretimin niteliğidir. Elbette üretimden başlayan bu sınıfsal yarılma toplumsal-siyasal-kültürel yaşama da yansır. Her üretim sistemi; egemen olan sınıfın toplumsal-siyasal sistemini de yaratır. Sınıfsal bölünme üretimle başlar, üretim sürecinde ana omurgasını bulur ancak sadece burayla sınırlı bir sınıfsal bölünmeden bahsedemeyiz. Sınıfsal bölünme üretimden başlayıp tüm toplumsal alana, tüm insan ilişkilerine, insan gruplarının yaşam biçimine vs. yansır. Örneğin; kölelerin hiçbir siyasal-sosyal hakları yoktur, alınıp satılabilir birer eşya konumundadır. Köle sahipleri ise üretim üzerindeki hakimiyetlerini toplumsal-siyasal yaşamı da kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirerek sınıfsal egemenliğini pekiştirir. Aynı şekilde Roma İmparatorluğu gibi köleci bir imparatorluğunun siyasal yapısı söz konusudur. Modern sınıflar ilişkisinde ise ana sınıfsal bölünme sermaye sahibi olan burjuvazi ile emeğini satarak yaşamda kalma durumunda olan proletarya arasındadır. Burjuvazinin örneğin siyasal aygıtı; ulus devletlerin kurulmasıyla oluşturulmuş, kültürel-düşünsel alanda ise aydınlanmacılık ile kendi sisteminin üst yapısını oluşturmuştur. Sınıflar ilişkisinin sürebilmesi için; egemen sınıfın üretimden başlayarak sömürdüğü sınıfı belirli bir sistem yaratarak onun içinde tutabilmesi gerekir. Sömürünün egemen sınıf açısından süreklileşmesi ve belirli bir istikrara kavuşması için yaşamın her alanına sirayet eden ve denetleyebilen bir içeriğe sahip olması gerekir. İşte bu süreklileşme ve denetleme biçimi bir 'sistem' yaratır.

Sınıfların doğuşu üretimin özel mülkiyetçi bir karakter kazanmasıyla başlamıştır. Özel mülkiyetçi toplumdan bir önceki toplum olan İlkel Komünal toplumda üretim toplumsal bir niteliğe sahip olduğu için ve ihtiyaca yönelik üretim yapıldığı için bir artı-değer, üretim fazlası oluşmamıştır. Bundan dolayıdır ki toplumun bütün öğeleri üretimin bir parçası olduğu için ve ihtiyaç temelli üretim yapıldığı için karşıt çıkarlara sahip olan insan topluluğu oluşmamıştır. Üretimin niteliği ise ortaklaşa mülkiyet biçimindedir. Özel mülkiyetin doğumu ile üretim araçlarının, üretici güçlerin gelişimi arasında bir bağ vardır. İlkel Komünal toplumda üretici güçlerin kendini geliştirebilecek olanakları mevcut değildir, ancak ne zamanki üretim araçlarının ve üretici güçlerin kendini geliştirebileceği bir zemin doğmuştur, işte o zaman üretimin fazlası farklı bir toplumsal yapının doğumuna gebe kalmıştır. İlkel Komünal toplum yapısı parçalanmış; yerini özel mülkiyete dayalı, servet birikiminin mümkün olduğu, bürokrasinin oluşmaya başladığı, soylu kabilelerin kendinden güçsüz olanların emek gücünü kendi hesabına çalıştırmaya başladığı, ticaret vb. öğelerin gelişmeye başladığı üretim yapısı almıştır. Sınıfların oluşumu aynı zamanda emeğin sömürülmesinin, toplumsal eşitsizliğin doğumunun da başlangıcını, kökenini oluşturur. Bugüne uzanan özel mülkiyetçi sınıflı toplumun yapısının nüveleri köleci topluma geçişle atılmıştır. Ondan dolayıdır ki bugünkü kölelik sistemi görece ilk köleci sistemden daha özgür gelişim olanağı yaratsa da özünde emeğin köleleştirilmesine dayanan ücretli kölelik sistemidir.
Üretim biçimine göre sınıfların oluşumu şu şekildedir:
Köleci Toplum: Köle Sahipleri ve Köleler
Feodal Toplum: Feodal Beyler ve Serfler-Köylüler
Kapitalist Toplum: Burjuvazi(Patron Sınıfı) ve Proletarya(İşçi Sınıfı)
Her üretim biçiminin sınıflar ilişkisi kendi sınırları içerisinde bir özgünlüğe sahiptir. Örneğin köleci toplum ile kapitalist toplum Özel mülkiyetçilik ve emeğin sömürülmesi konusunda ortak bir özelliğe sahiptir ancak üretim araçları, sınıflar arası ilişkiler, siyasal-toplumsal yapı birbirinden farklı özelliklere sahiptir. Her ikisi de ortak özelliğe sahip olsa da bugün köleci bir toplumun siyasal ilişkisini dünyanın hiçbir yerinde uygulayamazsınız. Çünkü tarihin belirli bir noktasında, belirli sınırlar içerisinde meydana gelmiş olan ilişkiler artık yerini yeni sınıflar ilişkisine bırakmıştır. Bundan dolayıdır ki köleci toplumdaki köle olma durumu bugün çağ dışı bir algıyı ifade ederken modern kölelik olan ücretli işçilik emeğin sömürülmesi açısından hiçbir fark ifade etmezken çağdaş sınıflar ilişkisinde bir yeri olduğu için genel kabul görmektedir. Aynı şekilde köleci toplumda da köle emeği, köle olma bir doğa kanunu olarak kabul edilmekteydi, tıpkı bugün patronların bir egemen sınıf olarak varlığının doğa kanunuymuş gibi algılanması gibi. Oysaki yıkılmaz denilen toplumsal biçimler tarihin gerisinde kalmıştır. Haliyle üretici güçlerin gelişimi yeni toplumsal sisteme ihtiyaç duyduğu her evrede yıkılmaya mahkumdur. Bugün kurulu olan sınıflı toplumsal sistemin kapitalist evresi de sonsuz değildir.
Sınıflı toplum, aynı zamanda üretimde farklı çıkarlara sahip olan taban tabana zıt özellikler taşıyan, uzlaşmaz çelişkili toplumdur. Bu uzlaşmaz çelişkinin sebebi; sömüren sınıf ile sömürülen sınıfın çıkarlarının ortak olmayışından gelmektedir. Bir diğer zıtlık ise; sömüren sınıfın toplumsal yapı içinde azınlık, sömürülen sınıfın ise çoğunluk olmasından gelmektedir. Yine bir başka diğer zıtlık ise; sömüren sınıf üretimin hiçbir yerinde bulunmazken(yani üretici değilken) her şeyin sahibidir, sömürülen sınıf ise üretimden gelen bir güce sahiptir, her şeyi üretir ancak hiçbir şey ona ait olmadığı gibi sefalet koşullarında yaşamak durumundadır.
Sınıflı toplumda üretim ve toplumsal-siyasal işlerin örgütlenişi ana hatlarıyla şu şekildedir:
*Üretimi kendi hesabına yaptıran egemen sınıf üretimin nasıl gerçekleştirileceğini örgütler;
*Kurulu siyasal yapıyı kendi sınıfsal egemenliğini pekiştirecek biçimde örgütler;
*Toplumun genelinin çıkarını temsil ediyor görüntüsünü verir ve kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarıymış olarak sunar;
*Üretim araçlarına sahip olduğu için ve üretimi kendi hesabına yaptırdığı için; toplumun düşünsel araçlarını da ellerinde bulundurur, kendi sistemine özgün sömürünün üzerini örten düşünsel tahribatlar yaratır, kendine has kültür yaratarak ezilenlerin kendi çıkarlarına hizmet etmesinin düşünsel zeminini yaratır.
*Devlet, ordu ve diğer kolluk güçlerini ellerinde bulundurarak; kurulu sistemin devamını gönüllülük yolu ile sağlatamadığı koşullarda zor yoluyla sürdürmenin araçlarını bünyesinde toplar. Herhangi bir isyan, ayaklanma, örgütlenme süreçlerini öncesinde önler ya da gerçekleştiği sırada bastırır.

1 Ekim 2016 Cumartesi

UKKTH nedir? Ulusal hareketler hangi şartlarda desteklenir ya da desteklenmez?

Ulusların kendi kaderini tayin hakkı; en yalın ifadeyle ezilen ulusun devlet kurma, egemen ulustan ayrılma hakkıdır. Ulus-devlet tarihsel olarak burjuvaziyle beraber ortaya çıkmış bir siyasal kavram olduğu için bu hak ‘burjuva demokratik’ kapsamda bir siyasal hak olarak tanımlanır. Ezilen ulusun bu hakkı nasıl kullanacağı, burjuva demokratik kapsamın ötesinde devrimci bir çıkış yaratıp yaratamayacağı, birlikte yaşamı savunup savunmayacağı; onu örgütleyen öncü güçlerin siyasal programına bağlıdır. UKKTH’yi Marksistler savunduğu gibi burjuvazi de savunur. Ancak burjuvazi UKKTH’yi kendi sınıfsal çıkarlarına, ihtiyaçlarına göre savunur. Ezilen ulusların diğer uluslarla siyasal anlamda eşitlenmesi gibi bir derdi yoktur. Burjuva sınıfı kendi sömürü planları ile kesişen, kullanabileceği ezilen ulus hareketlerini desteklerken; kendine karşı yönelen devrimci, anti-sömürgeci ulusal hareketlere karşı ise bu hakkı ‘terörizm’ olarak servis eder, UKKTH’yi bu halklar için tanımaz.




Marksistler ise tüm dünya proleterlerini birleştirebilmenin, var olan ulusal eşitsizliğin giderilerek farklı uluslardan proleterlerin birbiri ile özgürce, güven duyarak, gönüllü bir biçimde kaynaşabilmesinin tarihsel önemini kavradıkları için; ezilen ulusların ayrılma hakkı başta olmak üzere bütün haklarını savunurlar. Marksistlerin ulusal sorunu çözme yöntemi; tarihten bugüne her zaman dünya proletaryasını dünya devrim cephesinde burjuvaziye karşı birleştirebilme ekseninde oluşturulmuştur.

Ezilen ulusun ulusal haklarını savunmak ve kendi kaderini tayin etmesini desteklemekle; ezilen ulusun siyasal öncü hareketini desteklemek aynı anlama gelmez. Marksistler bu ayrımı kavrayarak meseleleri ele alır. Haklı bir talebe sahip olan ezilen ulusun; eğer örgütleyicisi gerici bir konum izliyor, proletaryanın komünist siyaset yapmasını engelliyor, emperyalizmle başka ulustan proleterlerin zararına olan işbirlikleri geliştiriyorsa bu koşullarda Marksistler ulusal hareketi desteklemek zorunda değildir. Ancak buradan; ezilen ulusun hareketinin gerici bir siyasal pozisyona sahip olmasının; ezilen ulusun diğer uluslarla eşitlenme, egemen ulustan ayrılma haklarını savunmamak anlamına geldiği anlaşılmamalıdır. Bu haklar; ezilen ulusun siyasal öncüsü ister ilerici ister gerici olsun her koşulda savunulması gereken haklardır. Ezilen ulusun siyasal hareketinin gericiliği bahane edilerek; ezilen ulusun siyasal hakları savunulmadığı zaman, egemen ulusun şovenizmi beslenmiş olur, bu da en az ezilen ulusun öncüsünün gericiliği kadar gericiliktir. Ezilen ulus hareketlerinin desteklenmesi için hareketlerin illaki komünist olması da gerekmez, Marksistlerin ‘komünist olmadan ulusal hareketi desteklemeyiz’ gibi bir tezi yoktur. Ulusal hareketin desteklenebilmesi için belirli bir çerçevede ilerici-devrimci özellikler taşıması, dünya proletaryasının emek cephesinde birleşmesine engel oluşturmaması, komünistlerin siyaset alanını daraltmaması, başka ulusları ezme amacı taşımaması; desteklenmesi için yeterli bir sebeptir. Ezilen ulus hareketinin komünist bir siyasetle buluşması; istenen bir şeydir, ancak bu istenen şey gerçekleşmediği koşullarda da yani asgari olarak ilerici-devrimci bir programa sahip olan ezilen ulus hareketlerini Marksistler yine destekler.

UKKTH, Marksizmin ulusal sorun konusunda; farklı ulustan proletaryanın gönüllü birlikteliğini sağlayabilmek, devrim yolunu açabilmek açısından ortaya koyduğu temel ilkedir. Genel olarak kimi şovenist gruplar bunun ilke olmadığını 20.yy’ın içerisinde ulusal hareketler yükselişte olduğu için, ulusal hareketleri sosyalizmle buluşturmak için ‘taktik’ olarak öne sürüldüğü, emperyalizm çağında ulusal hareketlerin ilerici bir özelliği kalmadığı için UKKTH’yi savunmaya gerek kalmadığı söylenir. Oysaki UKKTH, Marx’tan bugüne bir ilke olarak ortaya konmuş ve içinde bulunulan duruma göre somut politikalar geliştirilmeye çalışılmıştır. Somut politikadan kastedilen tam olarak nedir? Örneğin; Avrupa’da Çarlığın elini güçlendirmek için her türlü işbirliğine girişen Güney Slav halklarının ulusal hareketleri Marx ve Engels tarafından gerici bulunarak desteklenmemiştir. Ancak Polonya ve İrlanda’nın bağımsızlık mücadeleleri desteklenmiştir. Bunun sebebi şudur; Güney Slavlar Avrupa’daki devrimci sürecin önünde engel olarak duran Çarlığa hizmet ederken; Polonya ve İrlanda’nın bağımsızlığını kazanması devrimci süreçleri hızlandıran bir nitelik taşıyordu. Somut koşullar içerisinde Slavlar ezilen bir ulus olmasına, haklı taleplerine rağmen gerici bir imparatorluğun başka uluslar üzerinde etkili olmasına yardımcı olduğu için desteklenme hakkını kaybetmiştir. Ancak bu demek değildir ki; Slav halklarını örgütleyen hareketin gerici konumu Slav ulusunun ulusal haklarının savunulmaması sonucunu ortaya çıkarır. UKKTH’yi teorik olarak savunmak ile pratik olarak somut politika geliştirmek arasında hem bir ilişki hem de farklar vardır. Diğer yandan; tarih donuk bir şekilde durmadığı için; Slav halkları eğer Çarlığa hizmet etmeyen, Avrupa devrimlerinin önünde engel olmayan bir ulusal hareket çıkarmış olsalar mutlaka Marx ve Engels Slavlar konusundaki politikalarını değiştirir, Polonya ve İrlanda meselesinde olduğu gibi desteklerdi. Polonya ve İrlanda ilerici bir noktadan başlayıp ilerleyen dönemlerde ise eğer gerici bir ulusal harekete dönüşmüş olsaydı bu destek geri çekilirdi. Anlaşılması gereken şudur; somut koşullarda ortaya çıkan ulusal hareketlerin niteliği, o ulusal harekete destek verilip verilemeyeceğini belirler. İkincisi ezilen ulusun içinde çıkan hareketin niteliğine bakılmaksızın, eğer gerici bir hareket ise destek vermeden de her şartta UKKTH savunulur.


Şovenizm nedir?

İsim kökeni; Napoleon'un ordusunda savaşan Fransız asker Nicolas Chauvin'den gelmektedir. Girdiği savaşlarda on yedi kez yaralandı ancak Napoleon ordusunda savaşmaya devam etti. Geçirdiği ölüm tehlikelerine ve yaralanmalarına rağmen savaşmaya devam etmesi sonucu 'vatanseverlik' kavramı onun hırslı, gözü kara, saldırgan olma durumuyla ilişkilendirilerek  'Şovenizm' kavramı doğmuş oldu. 
Siyasal açıdan Şovenizm kavram daha çok ulusallıkla ilişkili bir kavramdır. Şovenizmi; kör bir ulusal çıkış, ulusal bağlılık ve başka uluslara karşı bir saldırganlık besleyen, kendini diğer uluslardan ayrıcalıklı bir konuma yerleştiren psikoloji olarak ifade edebiliriz. Özellikle bir başka ulusu ezen, egemen uluslarda şovenizm akımı oldukça belirgindir. Şovenizm, tıpkı faşizm gibi milliyetçilik akımının daha radikalize, saldırgan olmuş halidir. Egemen uluslar potansiyel olarak şoven hücreleri vücutlarında taşırlar, ancak bu şoven hücrelerin harekete geçme durumu tek başına siyasal söylemle sınırlı kalındığında bir saldırganlık doğmaz. Ne zamanki örgütlü bir şovenizm doğar, şovenizmin saldırganlığı daha açık bir biçim politik olgu olarak toplumsal yaşamda karşılık bulur.



Şovenizmin siyasal temsilcilerine şovenist denir. Şovenizm, şovenistliği yapılan ulus da dahil olmak üzere tüm ulustan emekçileri ezme işlevine olanak sağlayan bir burjuva ideolojisidir, farklı uluslardan işçi sınıfının birliğini anti-komünist propagandalarında eşliğinde engeller. Asker, savaş, silah, ırk, vatan, ülke vb. kavramlar temel olarak kendini kurguladığı, yüceltme-kutsama işlemini gördüğü kavramlardır. Şovenizm belirli bir bilimsel tezlere dayanmadığı için daha çok propaganda-ajitasyon yoluyla kitlelerin gericiliğini kolay bir biçimde harekete geçirir, kitlelerin gericiliğini örgütleyerek toplum içerisinde siyasal hareket yaratmaya çalışır. Şovenizmin saldırgan gücü; istisnasız toplumun alt kesimlerinden lümpenlerden oluşur. Kimi psikolojik değerlendirmelere göre; şovenizmin daha çok alt sınıfın en lümpen kesimini etkilemesi; hem ortalama bilincin altında olmanın hem de toplumsal yaşamda yer edinememenin yarattığı kimliksizliğin neticesinde daha fazla taraftar toplar. Öte yandan bölgeci bir mantığa sahip olduğu için bazen yabancı düşmanlığı bazen ise başka ulusların ülkelerini işgal etme politikasına dayanak oluşturur. Milliyetçiler teorik olarak şovenist olsalar da asıl şovenist olma durumları ancak bu milliyetçiliği daha açıktan, daha radikal bir biçimde savunduklarında ortaya çıkar. 

Örnek vermek gerekirse; Kürt ulusal sorunu konusunda Türk toplumu şoven damarlara sahiptir. Bu damarlara kan; kimi dönemler var olan şoven-ırkçı-miliyetçi türevde örgütlerin yaptığı müdahalelerle bir örgütlülük yakalar, dışa vurur.


22 Eylül 2016 Perşembe

Egemen Ulus – Ezilen Ulus Ayrımı

Ayrımın temelinde; ulusların birbiri ile eşitsiz gelişimi, eşitsiz gelişimin yarattığı siyasal-ulusal eşitsizlik vardır. Tarih her coğrafyada düz bir çizgi olarak, aynı eşit düzeyde ilerlemez. Tarihin ilerleyişi her toplumda farklı özellikler gösterir. Marksistler bu tarih yasasını ‘eşitsiz bileşik gelişim yasası’ olarak teorize etmişlerdir. ‘Ulus’ olgusu da bu eşitsiz gelişimin ürünü olarak her toplumun tarihine aynı zaman diliminde girmemiştir. 



Avrupa’da toplumlar burjuvazinin öncülüğünü üstlendiği burjuva demokratik devrimlerin sonucu olarak ulus-devletlerini kurarken aynı zaman diliminde başka bölgeler de imparatorluklar veyahut feodalizmden kalma siyasal kurumlar varlığını sürdürüyordu. Örnek vermek gerekirse Çarlık Rusya, Osmanlı İmparatorluğu 1789 Fransız Burjuva Devrimi’nden yaklaşık yüz küsür yıl sonra tarihe gömülmüşlerdir. Buradan hareketle ezen-ezilen ulus kavramlarını doğru anlamak gerekiyor. Her ulus-devlet burjuvazinin kurduğu devlet anlamına gelmez. Ulus-devlet tarihsel çıkış olarak burjuvazinin siyasal egemenliğinin bir ihtiyacı olarak doğsa da modern sınıflar mücadelesinde ulus olarak ezilen ulusların emekçileri de kendi ulus-devletini kurabilir. Biçimsel olarak burjuvazi ile aynı kategoride olsa da öz olarak aynı içeriğe sahip olmayabilir. Örneğin; ezilen bir ulusun egemen bir ulus karşısındaki ulusal kurtuluş mücadelesine; komünist bir öncünün önderlik etmesi, hareketin programının proletaryanın kendi toplumsal amaçlarına göre inşa edilmesi, kurulacak ulus-devleti sadece biçimsel olarak ulus-devlet kategorisine girdirir ancak öz olarak o bir işçi devleti temellerinde oluşturulduğu için; bütün emekçi halklarla, dünya devrimi ile dayanışma kurabilecek nitelikte devrimci üst olma özelliği taşır. Egemen-ezilen ulus ayrımının doğmasının temel sebebi; tarihin eşitsiz gelişimi sonucu olarak siyasal birliğini sağlayan uluslar, tarihin gerisinden gelen, siyasal birliğini sağlamakta gecikmiş ulusları sömürebilecek güç dengesine sahip olmuştur. Öte yandan bir coğrafyada kendini, siyasal sınırlarını, Pazar birliğini sağlayacak ölçüde örgütleyen burjuvazi; ulusal pazarı ihtiyaçların karşılamakta yetersiz kalınca; çareyi başka ulusların topraklarına, ham maddelerine, iş gücüne el koymakta aramıştır. Haliyle bunun sonucu olarak zaten tarihsel olarak geriden gelen, feodalizmin yarattığı siyasal kurumlarla boğuşan, içinde modern burjuvazi ile proletaryanın da filizlenmeye başladığı, köylü sınıfının ağırlıkta olduğu uluslar; tarihsel geriden gelmelerini aşmak konusunda karşılarına yeni bir sorun sömürgecilik sorunu gelmiştir. Özetle ezen-ezilen ulus kavramı(ayrımı); ulusların tarihsel eşitsiz gelişimin bir sonucu ve ulusal birliğini sağlayan burjuvazinin, geriden gelen uluslar üzerinde yarattığı sömürgeci uygulamaların neticesinde doğmuştur. Burjuvazi feodalizm karşısında ilk ortaya çıktığında ilerici özelliklere sahipken; sömürgeleştirmeye çalıştığı, başka toplumların gelişimini dışarıdan müdahaleyle geciktirdiği durumda ise gerici bir rol oynamıştır. Ulus-devlet; feodalizmle mücadele eden burjuvazi açısından ilerici bir olguyken; bunu sömürgecilik faaliyetinde kullandığında, ülke içindeki gericiliğinin dışarıya yansıması olarak karşımıza çıkmıştır. Ulus-devletin tarih sahnesine çıkmasına yardımcı olan burjuvaziye karşı; sömürgeleştirmeye çalıştığı topraklarda da tersinden bir ulus-devlet talebi doğmuştur. Burada da ilerici-gerici kavramları yer değiştirmiştir. Bu sefer feodalizme karşı ilerici rol üstlenen ulus-devletli burjuvazi; sömürgeleştirmeye çalıştığı ulus karşısında gerici; sömürge olmak istemeyen, ulus-devletini kurmak için ulusal mücadele başlatan uluslar ise devrimci-ilerici rol oynamıştır. 

Ulus olgusu nedir? Nasıl Ortaya çıkmıştır?

Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde ortaya çıkan ‘ulus’ olgusu; burjuva sınıfının kendi siyasal egemenliğini tesis ettiği bir kategoridir. Burjuvazi; feodalizmin hüküm sürdüğü çağlarda filiz vermeye başlamış, kapitalist üretim ilişkileri bu dönemde kendini gösterip yaygınlaşır olmuş ve bunun sonucu olarak burjuvazi ve feodalizm arasında, feodal üretim ilişkileri ile gelişmekte olan kapitalist üretim ilişkileri arasında çelişkiler doğmuştur. Bu çelişkilerdir ki burjuvaziye kendi sistemini, kendi siyasal organizasyonunu yaratma ihtiyacını dayatmıştır. Burjuvazi, feodal sistem içerisinde gelişebileceği sınırlara geldiğinde haliyle feodal sistemin siyasal kurumları ile de üretim biçimiyle de çatışmak durumunda kalmıştır. Gelişen burjuvazide; kendi pazarına sahip olma ve ticari ilişkileri kendi sınıfsal çıkarlarına göre tesis etme eğilimi doğmuştur.  



Olgunun ortaya çıktığı dönem; burjuvazinin feodalizm karşısında nesnel olarak(bir gerçeklik olarak) ilerici bir rol üstlendiği, tüm ezilenler için demokratik dönüşümleri savunduğu, kendi öncülüğünde gelişen devrimci cephenin etrafında tüm ezilen sınıfları toplayarak, feodalizme karşı yıkıcı bir eyleme giriştiği, özgürlük bayrağını elinde taşıdığı bir dönemdir.(Bu dönemde sol-burjuva devrimcileri arasında yer alan, feodalizme karşı radikal bir duruş sergileyen Fransız devriminin en önemli siyasal kanadı Jakobenler incelenmelidir.) Tarihi ileriye götürmesi, üretim aralarını geliştirmesi, dönemin gerici imparatorluklarına son verecek siyasal organizasyon yaratmanın önünü açması, insanlığın özlemlerini ifade eden(özgürlük-eşitlik-adalet vb.) değerleri çağın gericisi olan feodal sınıf karşısında savunması, yeni dönemin devrimci sınıfı olan proletaryayı gözle görülecek bir biçimde doğuracak sistemi yaratması, dönemin metafizikçi-kaderci anlayışıyla insanlığın öteki dünyalara bel bağlamasını bilimsel-aydınlanmacı düşünce ile, ruhban kesimin ayrıcalıklarını laikliğin öne çıkarılması ile savurması açısından burjuvazi; o dönem ortaya koyduğu ‘ulus’ modeliyle tarihsel olarak ilerici bir rol oynamış, ulus-devlet modeli dönemin devrimci bir organizasyonu olma niteliği taşımıştır. Ulus ve ulus-devlet o dönemin demokratik dönüşümlerinin sağlanabileceği siyasal bir organizasyon olarak, ‘yurttaşlık’ haklarını içeren, ‘cumhuriyet’ yönetimini esas alan bir şekilde inşa edilmiştir. Ezilen sınıfların üyelerinin imparatorlukların dinsel-askeri kurallarla biçimlendirdiği ‘tebaası’ olmaktan çıkıp burjuvazinin göreli olarak savunduğu ‘özgür birey’ kategorisine geçişi yine bir başka tarihsel ilerlemedir.
Özü itibariyle ulus-devlet olgusu; alt yapısal olarak burjuva sınıfının kendi siyasal-ekonomik ilişkilerini kurabileceği, sınıfsal ihtiyacını karşılayabileceği, pazar alanını kuracak sınırları çizebilmek için oluşturulmuştur. İmparatorluk döneminde ulus olgusu yoktur, milliyetçilik söz konusu değildir, birden fazla ‘kavim-millet-kültür’ün imparatorluğun çatısı altında bir arada yaşama(ya da feodal egemenlerin belirlediği bir arada yaşatılma) durumu söz konusudur. İmparatorluk örgütlenmesinin yarattığı dağınık ve yerel üretim biçimlerinin aksine; burjuvazi gelişen üretim araçları ile kuracağı sistemi bir pazar-üretim birliğinin sağlanabileceği model de kurgulamak istiyordu. Buradan hareketle burjuvazi; imparatorluk içinde nüfus olarak ağırlıkta olan ve diğer milletlerinde içinde yer alabileceği, dil-kültür-siyasal birliğin sağlanabileceği, üst siyasi isimlendirme olarak ‘ulus’un temel alınacağı bir devlet biçimi yaratmayı hedefledi. Bunun sonucu olarak da ‘ulus’ olgusu siyasal arenaya çıktı, 18. ve 19 yüzyılda kıta Avrupası’nda etkili bir siyasal güç haline geldi ve kendini 1789’da Fransız Burjuva Devrimi’nde dünya da tarihsel kırılma yaratan genişlikte gösterebilmiş oldu. Burjuvazi, feodalizm karşısında devrimci rol oynamıştı, feodalizmin çağın gerisine düşen siyasal-üretimsel yapılarını hedeflemişti ancak burjuvazi kendi devrimlerini yaptığı dönemde, ilerleyen sürelerde kendi mezar kazıcısı olacak olan işçi sınıfını yani burjuvazinin sınıf egemenliğiyle baş başa kaldığında ilk çatışacağı sınıfı da doğurmuştu. Örnek vermek gerekirse 1848 Şubat Devrimi, 1871 Paris Komünü işçi sınıfının da tarih sahnesinde kendi sınıfsal istemleriyle, kendi programıyla yer alacağını gösteren, bununla beraber geleceğin devrimci sınıfının işçi sınıfı olacağını ispat eden pratikler yaşanmıştı.


Burada şu temel ayrımı yapmak gerekiyor; burjuvazinin tarihsel ilericiliği yalnızca feodalizm karşısındadır. İktidarı alıp, kendi üretim ilişkilerini örgütlemeye başlamasıyla işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıflar karşısında gerici bir özellik taşır. Çünkü burjuvazi de feodal sistemde olduğu gibi özel mülkiyete dayalı bir başka sınıflı toplum biçimidir. Yani burjuvazinin ilericiliği sınırlıdır ve tarihte yalnızca bir kez feodalizm karşısında gerçekleşmiştir. Burjuvazi kendi sistemini kurmaya ve tüm dünyaya yaymasıyla beraber sömürücü sınıf özelliklerini göstermeye başlamıştır. Ezen-ezilen ilişkisi, sınıflar mücadelesi burjuvazinin devrimiyle ileri bir tarihsel zemine taşınmıştır. Onu ilerici yapan, sınıflar mücadelesinin keskinleşmesini sağlaması ve insanlığı topyekün sınıfsız bir topluma ulaştıracak olan modern devrimci sınıfın(işçi sınıfının) önünü açmasıdır. Kısaca burjuvazinin, burjuva devrimci demokratik dönemi ile iktidarı aldıktan sonraki dönemi birbirine karıştırılmamalıdır. Marx ve Engels buradan hareketle yukarıda ifade ettiğim nedenlerden dolayı burjuva demokratik devrimlerini ilerici görmüş bunun yanı sıra doğmakta olan proletarya karşısında ise çelişkili gerici konumunu ortaya koymuştur.