Feodalizmden
kapitalizme geçiş sürecinde ortaya çıkan ‘ulus’ olgusu; burjuva sınıfının kendi
siyasal egemenliğini tesis ettiği bir kategoridir. Burjuvazi; feodalizmin hüküm
sürdüğü çağlarda filiz vermeye başlamış, kapitalist üretim ilişkileri bu
dönemde kendini gösterip yaygınlaşır olmuş ve bunun sonucu olarak burjuvazi ve
feodalizm arasında, feodal üretim ilişkileri ile gelişmekte olan kapitalist
üretim ilişkileri arasında çelişkiler doğmuştur. Bu çelişkilerdir ki
burjuvaziye kendi sistemini, kendi siyasal organizasyonunu yaratma ihtiyacını
dayatmıştır. Burjuvazi, feodal sistem içerisinde gelişebileceği sınırlara
geldiğinde haliyle feodal sistemin siyasal kurumları ile de üretim biçimiyle de
çatışmak durumunda kalmıştır. Gelişen burjuvazide; kendi pazarına sahip olma ve
ticari ilişkileri kendi sınıfsal çıkarlarına göre tesis etme eğilimi doğmuştur.
Olgunun
ortaya çıktığı dönem; burjuvazinin feodalizm karşısında nesnel olarak(bir
gerçeklik olarak) ilerici bir rol üstlendiği, tüm ezilenler için demokratik
dönüşümleri savunduğu, kendi öncülüğünde gelişen devrimci cephenin etrafında
tüm ezilen sınıfları toplayarak, feodalizme karşı yıkıcı bir eyleme giriştiği,
özgürlük bayrağını elinde taşıdığı bir dönemdir.(Bu dönemde sol-burjuva devrimcileri arasında yer alan, feodalizme
karşı radikal bir duruş sergileyen Fransız devriminin en önemli siyasal kanadı Jakobenler
incelenmelidir.) Tarihi ileriye götürmesi, üretim aralarını geliştirmesi,
dönemin gerici imparatorluklarına son verecek siyasal organizasyon yaratmanın
önünü açması, insanlığın özlemlerini ifade eden(özgürlük-eşitlik-adalet vb.)
değerleri çağın gericisi olan feodal sınıf karşısında savunması, yeni dönemin
devrimci sınıfı olan proletaryayı gözle görülecek bir biçimde doğuracak sistemi
yaratması, dönemin metafizikçi-kaderci anlayışıyla insanlığın öteki dünyalara
bel bağlamasını bilimsel-aydınlanmacı düşünce ile, ruhban kesimin
ayrıcalıklarını laikliğin öne çıkarılması ile savurması açısından burjuvazi; o
dönem ortaya koyduğu ‘ulus’ modeliyle tarihsel olarak ilerici bir rol oynamış,
ulus-devlet modeli dönemin devrimci bir organizasyonu olma niteliği taşımıştır.
Ulus ve ulus-devlet o dönemin demokratik dönüşümlerinin sağlanabileceği siyasal
bir organizasyon olarak, ‘yurttaşlık’ haklarını içeren, ‘cumhuriyet’ yönetimini
esas alan bir şekilde inşa edilmiştir. Ezilen sınıfların üyelerinin
imparatorlukların dinsel-askeri kurallarla biçimlendirdiği ‘tebaası’ olmaktan
çıkıp burjuvazinin göreli olarak savunduğu ‘özgür birey’ kategorisine geçişi
yine bir başka tarihsel ilerlemedir.
Özü
itibariyle ulus-devlet olgusu; alt yapısal olarak burjuva sınıfının kendi
siyasal-ekonomik ilişkilerini kurabileceği, sınıfsal ihtiyacını
karşılayabileceği, pazar alanını kuracak sınırları çizebilmek için
oluşturulmuştur. İmparatorluk döneminde ulus olgusu yoktur, milliyetçilik söz
konusu değildir, birden fazla ‘kavim-millet-kültür’ün imparatorluğun çatısı
altında bir arada yaşama(ya da feodal egemenlerin belirlediği bir arada
yaşatılma) durumu söz konusudur. İmparatorluk örgütlenmesinin yarattığı dağınık
ve yerel üretim biçimlerinin aksine; burjuvazi gelişen üretim araçları ile
kuracağı sistemi bir pazar-üretim birliğinin sağlanabileceği model de
kurgulamak istiyordu. Buradan hareketle burjuvazi; imparatorluk içinde nüfus
olarak ağırlıkta olan ve diğer milletlerinde içinde yer alabileceği,
dil-kültür-siyasal birliğin sağlanabileceği, üst siyasi isimlendirme olarak
‘ulus’un temel alınacağı bir devlet biçimi yaratmayı hedefledi. Bunun sonucu
olarak da ‘ulus’ olgusu siyasal arenaya çıktı, 18. ve 19 yüzyılda kıta
Avrupası’nda etkili bir siyasal güç haline geldi ve kendini 1789’da Fransız
Burjuva Devrimi’nde dünya da tarihsel kırılma yaratan genişlikte gösterebilmiş
oldu. Burjuvazi, feodalizm karşısında devrimci rol oynamıştı, feodalizmin çağın
gerisine düşen siyasal-üretimsel yapılarını hedeflemişti ancak burjuvazi kendi
devrimlerini yaptığı dönemde, ilerleyen sürelerde kendi mezar kazıcısı olacak
olan işçi sınıfını yani burjuvazinin sınıf egemenliğiyle baş başa kaldığında
ilk çatışacağı sınıfı da doğurmuştu. Örnek vermek gerekirse 1848 Şubat Devrimi,
1871 Paris Komünü işçi sınıfının da tarih sahnesinde kendi sınıfsal
istemleriyle, kendi programıyla yer alacağını gösteren, bununla beraber
geleceğin devrimci sınıfının işçi sınıfı olacağını ispat eden pratikler
yaşanmıştı.
Burada
şu temel ayrımı yapmak gerekiyor; burjuvazinin tarihsel ilericiliği yalnızca
feodalizm karşısındadır. İktidarı alıp, kendi üretim ilişkilerini örgütlemeye
başlamasıyla işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıflar karşısında gerici bir özellik
taşır. Çünkü burjuvazi de feodal sistemde olduğu gibi özel mülkiyete dayalı bir
başka sınıflı toplum biçimidir. Yani burjuvazinin ilericiliği sınırlıdır ve
tarihte yalnızca bir kez feodalizm karşısında gerçekleşmiştir. Burjuvazi kendi
sistemini kurmaya ve tüm dünyaya yaymasıyla beraber sömürücü sınıf
özelliklerini göstermeye başlamıştır. Ezen-ezilen ilişkisi, sınıflar mücadelesi
burjuvazinin devrimiyle ileri bir tarihsel zemine taşınmıştır. Onu ilerici yapan,
sınıflar mücadelesinin keskinleşmesini sağlaması ve insanlığı topyekün sınıfsız
bir topluma ulaştıracak olan modern devrimci sınıfın(işçi sınıfının) önünü
açmasıdır. Kısaca burjuvazinin, burjuva devrimci demokratik dönemi ile iktidarı
aldıktan sonraki dönemi birbirine karıştırılmamalıdır. Marx ve Engels buradan
hareketle yukarıda ifade ettiğim nedenlerden dolayı burjuva demokratik
devrimlerini ilerici görmüş bunun yanı sıra doğmakta olan proletarya karşısında
ise çelişkili gerici konumunu ortaya koymuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder