22 Eylül 2016 Perşembe

Ulus olgusu nedir? Nasıl Ortaya çıkmıştır?

Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde ortaya çıkan ‘ulus’ olgusu; burjuva sınıfının kendi siyasal egemenliğini tesis ettiği bir kategoridir. Burjuvazi; feodalizmin hüküm sürdüğü çağlarda filiz vermeye başlamış, kapitalist üretim ilişkileri bu dönemde kendini gösterip yaygınlaşır olmuş ve bunun sonucu olarak burjuvazi ve feodalizm arasında, feodal üretim ilişkileri ile gelişmekte olan kapitalist üretim ilişkileri arasında çelişkiler doğmuştur. Bu çelişkilerdir ki burjuvaziye kendi sistemini, kendi siyasal organizasyonunu yaratma ihtiyacını dayatmıştır. Burjuvazi, feodal sistem içerisinde gelişebileceği sınırlara geldiğinde haliyle feodal sistemin siyasal kurumları ile de üretim biçimiyle de çatışmak durumunda kalmıştır. Gelişen burjuvazide; kendi pazarına sahip olma ve ticari ilişkileri kendi sınıfsal çıkarlarına göre tesis etme eğilimi doğmuştur.  



Olgunun ortaya çıktığı dönem; burjuvazinin feodalizm karşısında nesnel olarak(bir gerçeklik olarak) ilerici bir rol üstlendiği, tüm ezilenler için demokratik dönüşümleri savunduğu, kendi öncülüğünde gelişen devrimci cephenin etrafında tüm ezilen sınıfları toplayarak, feodalizme karşı yıkıcı bir eyleme giriştiği, özgürlük bayrağını elinde taşıdığı bir dönemdir.(Bu dönemde sol-burjuva devrimcileri arasında yer alan, feodalizme karşı radikal bir duruş sergileyen Fransız devriminin en önemli siyasal kanadı Jakobenler incelenmelidir.) Tarihi ileriye götürmesi, üretim aralarını geliştirmesi, dönemin gerici imparatorluklarına son verecek siyasal organizasyon yaratmanın önünü açması, insanlığın özlemlerini ifade eden(özgürlük-eşitlik-adalet vb.) değerleri çağın gericisi olan feodal sınıf karşısında savunması, yeni dönemin devrimci sınıfı olan proletaryayı gözle görülecek bir biçimde doğuracak sistemi yaratması, dönemin metafizikçi-kaderci anlayışıyla insanlığın öteki dünyalara bel bağlamasını bilimsel-aydınlanmacı düşünce ile, ruhban kesimin ayrıcalıklarını laikliğin öne çıkarılması ile savurması açısından burjuvazi; o dönem ortaya koyduğu ‘ulus’ modeliyle tarihsel olarak ilerici bir rol oynamış, ulus-devlet modeli dönemin devrimci bir organizasyonu olma niteliği taşımıştır. Ulus ve ulus-devlet o dönemin demokratik dönüşümlerinin sağlanabileceği siyasal bir organizasyon olarak, ‘yurttaşlık’ haklarını içeren, ‘cumhuriyet’ yönetimini esas alan bir şekilde inşa edilmiştir. Ezilen sınıfların üyelerinin imparatorlukların dinsel-askeri kurallarla biçimlendirdiği ‘tebaası’ olmaktan çıkıp burjuvazinin göreli olarak savunduğu ‘özgür birey’ kategorisine geçişi yine bir başka tarihsel ilerlemedir.
Özü itibariyle ulus-devlet olgusu; alt yapısal olarak burjuva sınıfının kendi siyasal-ekonomik ilişkilerini kurabileceği, sınıfsal ihtiyacını karşılayabileceği, pazar alanını kuracak sınırları çizebilmek için oluşturulmuştur. İmparatorluk döneminde ulus olgusu yoktur, milliyetçilik söz konusu değildir, birden fazla ‘kavim-millet-kültür’ün imparatorluğun çatısı altında bir arada yaşama(ya da feodal egemenlerin belirlediği bir arada yaşatılma) durumu söz konusudur. İmparatorluk örgütlenmesinin yarattığı dağınık ve yerel üretim biçimlerinin aksine; burjuvazi gelişen üretim araçları ile kuracağı sistemi bir pazar-üretim birliğinin sağlanabileceği model de kurgulamak istiyordu. Buradan hareketle burjuvazi; imparatorluk içinde nüfus olarak ağırlıkta olan ve diğer milletlerinde içinde yer alabileceği, dil-kültür-siyasal birliğin sağlanabileceği, üst siyasi isimlendirme olarak ‘ulus’un temel alınacağı bir devlet biçimi yaratmayı hedefledi. Bunun sonucu olarak da ‘ulus’ olgusu siyasal arenaya çıktı, 18. ve 19 yüzyılda kıta Avrupası’nda etkili bir siyasal güç haline geldi ve kendini 1789’da Fransız Burjuva Devrimi’nde dünya da tarihsel kırılma yaratan genişlikte gösterebilmiş oldu. Burjuvazi, feodalizm karşısında devrimci rol oynamıştı, feodalizmin çağın gerisine düşen siyasal-üretimsel yapılarını hedeflemişti ancak burjuvazi kendi devrimlerini yaptığı dönemde, ilerleyen sürelerde kendi mezar kazıcısı olacak olan işçi sınıfını yani burjuvazinin sınıf egemenliğiyle baş başa kaldığında ilk çatışacağı sınıfı da doğurmuştu. Örnek vermek gerekirse 1848 Şubat Devrimi, 1871 Paris Komünü işçi sınıfının da tarih sahnesinde kendi sınıfsal istemleriyle, kendi programıyla yer alacağını gösteren, bununla beraber geleceğin devrimci sınıfının işçi sınıfı olacağını ispat eden pratikler yaşanmıştı.


Burada şu temel ayrımı yapmak gerekiyor; burjuvazinin tarihsel ilericiliği yalnızca feodalizm karşısındadır. İktidarı alıp, kendi üretim ilişkilerini örgütlemeye başlamasıyla işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıflar karşısında gerici bir özellik taşır. Çünkü burjuvazi de feodal sistemde olduğu gibi özel mülkiyete dayalı bir başka sınıflı toplum biçimidir. Yani burjuvazinin ilericiliği sınırlıdır ve tarihte yalnızca bir kez feodalizm karşısında gerçekleşmiştir. Burjuvazi kendi sistemini kurmaya ve tüm dünyaya yaymasıyla beraber sömürücü sınıf özelliklerini göstermeye başlamıştır. Ezen-ezilen ilişkisi, sınıflar mücadelesi burjuvazinin devrimiyle ileri bir tarihsel zemine taşınmıştır. Onu ilerici yapan, sınıflar mücadelesinin keskinleşmesini sağlaması ve insanlığı topyekün sınıfsız bir topluma ulaştıracak olan modern devrimci sınıfın(işçi sınıfının) önünü açmasıdır. Kısaca burjuvazinin, burjuva devrimci demokratik dönemi ile iktidarı aldıktan sonraki dönemi birbirine karıştırılmamalıdır. Marx ve Engels buradan hareketle yukarıda ifade ettiğim nedenlerden dolayı burjuva demokratik devrimlerini ilerici görmüş bunun yanı sıra doğmakta olan proletarya karşısında ise çelişkili gerici konumunu ortaya koymuştur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder