1 Ekim 2016 Cumartesi

UKKTH nedir? Ulusal hareketler hangi şartlarda desteklenir ya da desteklenmez?

Ulusların kendi kaderini tayin hakkı; en yalın ifadeyle ezilen ulusun devlet kurma, egemen ulustan ayrılma hakkıdır. Ulus-devlet tarihsel olarak burjuvaziyle beraber ortaya çıkmış bir siyasal kavram olduğu için bu hak ‘burjuva demokratik’ kapsamda bir siyasal hak olarak tanımlanır. Ezilen ulusun bu hakkı nasıl kullanacağı, burjuva demokratik kapsamın ötesinde devrimci bir çıkış yaratıp yaratamayacağı, birlikte yaşamı savunup savunmayacağı; onu örgütleyen öncü güçlerin siyasal programına bağlıdır. UKKTH’yi Marksistler savunduğu gibi burjuvazi de savunur. Ancak burjuvazi UKKTH’yi kendi sınıfsal çıkarlarına, ihtiyaçlarına göre savunur. Ezilen ulusların diğer uluslarla siyasal anlamda eşitlenmesi gibi bir derdi yoktur. Burjuva sınıfı kendi sömürü planları ile kesişen, kullanabileceği ezilen ulus hareketlerini desteklerken; kendine karşı yönelen devrimci, anti-sömürgeci ulusal hareketlere karşı ise bu hakkı ‘terörizm’ olarak servis eder, UKKTH’yi bu halklar için tanımaz.




Marksistler ise tüm dünya proleterlerini birleştirebilmenin, var olan ulusal eşitsizliğin giderilerek farklı uluslardan proleterlerin birbiri ile özgürce, güven duyarak, gönüllü bir biçimde kaynaşabilmesinin tarihsel önemini kavradıkları için; ezilen ulusların ayrılma hakkı başta olmak üzere bütün haklarını savunurlar. Marksistlerin ulusal sorunu çözme yöntemi; tarihten bugüne her zaman dünya proletaryasını dünya devrim cephesinde burjuvaziye karşı birleştirebilme ekseninde oluşturulmuştur.

Ezilen ulusun ulusal haklarını savunmak ve kendi kaderini tayin etmesini desteklemekle; ezilen ulusun siyasal öncü hareketini desteklemek aynı anlama gelmez. Marksistler bu ayrımı kavrayarak meseleleri ele alır. Haklı bir talebe sahip olan ezilen ulusun; eğer örgütleyicisi gerici bir konum izliyor, proletaryanın komünist siyaset yapmasını engelliyor, emperyalizmle başka ulustan proleterlerin zararına olan işbirlikleri geliştiriyorsa bu koşullarda Marksistler ulusal hareketi desteklemek zorunda değildir. Ancak buradan; ezilen ulusun hareketinin gerici bir siyasal pozisyona sahip olmasının; ezilen ulusun diğer uluslarla eşitlenme, egemen ulustan ayrılma haklarını savunmamak anlamına geldiği anlaşılmamalıdır. Bu haklar; ezilen ulusun siyasal öncüsü ister ilerici ister gerici olsun her koşulda savunulması gereken haklardır. Ezilen ulusun siyasal hareketinin gericiliği bahane edilerek; ezilen ulusun siyasal hakları savunulmadığı zaman, egemen ulusun şovenizmi beslenmiş olur, bu da en az ezilen ulusun öncüsünün gericiliği kadar gericiliktir. Ezilen ulus hareketlerinin desteklenmesi için hareketlerin illaki komünist olması da gerekmez, Marksistlerin ‘komünist olmadan ulusal hareketi desteklemeyiz’ gibi bir tezi yoktur. Ulusal hareketin desteklenebilmesi için belirli bir çerçevede ilerici-devrimci özellikler taşıması, dünya proletaryasının emek cephesinde birleşmesine engel oluşturmaması, komünistlerin siyaset alanını daraltmaması, başka ulusları ezme amacı taşımaması; desteklenmesi için yeterli bir sebeptir. Ezilen ulus hareketinin komünist bir siyasetle buluşması; istenen bir şeydir, ancak bu istenen şey gerçekleşmediği koşullarda da yani asgari olarak ilerici-devrimci bir programa sahip olan ezilen ulus hareketlerini Marksistler yine destekler.

UKKTH, Marksizmin ulusal sorun konusunda; farklı ulustan proletaryanın gönüllü birlikteliğini sağlayabilmek, devrim yolunu açabilmek açısından ortaya koyduğu temel ilkedir. Genel olarak kimi şovenist gruplar bunun ilke olmadığını 20.yy’ın içerisinde ulusal hareketler yükselişte olduğu için, ulusal hareketleri sosyalizmle buluşturmak için ‘taktik’ olarak öne sürüldüğü, emperyalizm çağında ulusal hareketlerin ilerici bir özelliği kalmadığı için UKKTH’yi savunmaya gerek kalmadığı söylenir. Oysaki UKKTH, Marx’tan bugüne bir ilke olarak ortaya konmuş ve içinde bulunulan duruma göre somut politikalar geliştirilmeye çalışılmıştır. Somut politikadan kastedilen tam olarak nedir? Örneğin; Avrupa’da Çarlığın elini güçlendirmek için her türlü işbirliğine girişen Güney Slav halklarının ulusal hareketleri Marx ve Engels tarafından gerici bulunarak desteklenmemiştir. Ancak Polonya ve İrlanda’nın bağımsızlık mücadeleleri desteklenmiştir. Bunun sebebi şudur; Güney Slavlar Avrupa’daki devrimci sürecin önünde engel olarak duran Çarlığa hizmet ederken; Polonya ve İrlanda’nın bağımsızlığını kazanması devrimci süreçleri hızlandıran bir nitelik taşıyordu. Somut koşullar içerisinde Slavlar ezilen bir ulus olmasına, haklı taleplerine rağmen gerici bir imparatorluğun başka uluslar üzerinde etkili olmasına yardımcı olduğu için desteklenme hakkını kaybetmiştir. Ancak bu demek değildir ki; Slav halklarını örgütleyen hareketin gerici konumu Slav ulusunun ulusal haklarının savunulmaması sonucunu ortaya çıkarır. UKKTH’yi teorik olarak savunmak ile pratik olarak somut politika geliştirmek arasında hem bir ilişki hem de farklar vardır. Diğer yandan; tarih donuk bir şekilde durmadığı için; Slav halkları eğer Çarlığa hizmet etmeyen, Avrupa devrimlerinin önünde engel olmayan bir ulusal hareket çıkarmış olsalar mutlaka Marx ve Engels Slavlar konusundaki politikalarını değiştirir, Polonya ve İrlanda meselesinde olduğu gibi desteklerdi. Polonya ve İrlanda ilerici bir noktadan başlayıp ilerleyen dönemlerde ise eğer gerici bir ulusal harekete dönüşmüş olsaydı bu destek geri çekilirdi. Anlaşılması gereken şudur; somut koşullarda ortaya çıkan ulusal hareketlerin niteliği, o ulusal harekete destek verilip verilemeyeceğini belirler. İkincisi ezilen ulusun içinde çıkan hareketin niteliğine bakılmaksızın, eğer gerici bir hareket ise destek vermeden de her şartta UKKTH savunulur.


Şovenizm nedir?

İsim kökeni; Napoleon'un ordusunda savaşan Fransız asker Nicolas Chauvin'den gelmektedir. Girdiği savaşlarda on yedi kez yaralandı ancak Napoleon ordusunda savaşmaya devam etti. Geçirdiği ölüm tehlikelerine ve yaralanmalarına rağmen savaşmaya devam etmesi sonucu 'vatanseverlik' kavramı onun hırslı, gözü kara, saldırgan olma durumuyla ilişkilendirilerek  'Şovenizm' kavramı doğmuş oldu. 
Siyasal açıdan Şovenizm kavram daha çok ulusallıkla ilişkili bir kavramdır. Şovenizmi; kör bir ulusal çıkış, ulusal bağlılık ve başka uluslara karşı bir saldırganlık besleyen, kendini diğer uluslardan ayrıcalıklı bir konuma yerleştiren psikoloji olarak ifade edebiliriz. Özellikle bir başka ulusu ezen, egemen uluslarda şovenizm akımı oldukça belirgindir. Şovenizm, tıpkı faşizm gibi milliyetçilik akımının daha radikalize, saldırgan olmuş halidir. Egemen uluslar potansiyel olarak şoven hücreleri vücutlarında taşırlar, ancak bu şoven hücrelerin harekete geçme durumu tek başına siyasal söylemle sınırlı kalındığında bir saldırganlık doğmaz. Ne zamanki örgütlü bir şovenizm doğar, şovenizmin saldırganlığı daha açık bir biçim politik olgu olarak toplumsal yaşamda karşılık bulur.



Şovenizmin siyasal temsilcilerine şovenist denir. Şovenizm, şovenistliği yapılan ulus da dahil olmak üzere tüm ulustan emekçileri ezme işlevine olanak sağlayan bir burjuva ideolojisidir, farklı uluslardan işçi sınıfının birliğini anti-komünist propagandalarında eşliğinde engeller. Asker, savaş, silah, ırk, vatan, ülke vb. kavramlar temel olarak kendini kurguladığı, yüceltme-kutsama işlemini gördüğü kavramlardır. Şovenizm belirli bir bilimsel tezlere dayanmadığı için daha çok propaganda-ajitasyon yoluyla kitlelerin gericiliğini kolay bir biçimde harekete geçirir, kitlelerin gericiliğini örgütleyerek toplum içerisinde siyasal hareket yaratmaya çalışır. Şovenizmin saldırgan gücü; istisnasız toplumun alt kesimlerinden lümpenlerden oluşur. Kimi psikolojik değerlendirmelere göre; şovenizmin daha çok alt sınıfın en lümpen kesimini etkilemesi; hem ortalama bilincin altında olmanın hem de toplumsal yaşamda yer edinememenin yarattığı kimliksizliğin neticesinde daha fazla taraftar toplar. Öte yandan bölgeci bir mantığa sahip olduğu için bazen yabancı düşmanlığı bazen ise başka ulusların ülkelerini işgal etme politikasına dayanak oluşturur. Milliyetçiler teorik olarak şovenist olsalar da asıl şovenist olma durumları ancak bu milliyetçiliği daha açıktan, daha radikal bir biçimde savunduklarında ortaya çıkar. 

Örnek vermek gerekirse; Kürt ulusal sorunu konusunda Türk toplumu şoven damarlara sahiptir. Bu damarlara kan; kimi dönemler var olan şoven-ırkçı-miliyetçi türevde örgütlerin yaptığı müdahalelerle bir örgütlülük yakalar, dışa vurur.


22 Eylül 2016 Perşembe

Egemen Ulus – Ezilen Ulus Ayrımı

Ayrımın temelinde; ulusların birbiri ile eşitsiz gelişimi, eşitsiz gelişimin yarattığı siyasal-ulusal eşitsizlik vardır. Tarih her coğrafyada düz bir çizgi olarak, aynı eşit düzeyde ilerlemez. Tarihin ilerleyişi her toplumda farklı özellikler gösterir. Marksistler bu tarih yasasını ‘eşitsiz bileşik gelişim yasası’ olarak teorize etmişlerdir. ‘Ulus’ olgusu da bu eşitsiz gelişimin ürünü olarak her toplumun tarihine aynı zaman diliminde girmemiştir. 



Avrupa’da toplumlar burjuvazinin öncülüğünü üstlendiği burjuva demokratik devrimlerin sonucu olarak ulus-devletlerini kurarken aynı zaman diliminde başka bölgeler de imparatorluklar veyahut feodalizmden kalma siyasal kurumlar varlığını sürdürüyordu. Örnek vermek gerekirse Çarlık Rusya, Osmanlı İmparatorluğu 1789 Fransız Burjuva Devrimi’nden yaklaşık yüz küsür yıl sonra tarihe gömülmüşlerdir. Buradan hareketle ezen-ezilen ulus kavramlarını doğru anlamak gerekiyor. Her ulus-devlet burjuvazinin kurduğu devlet anlamına gelmez. Ulus-devlet tarihsel çıkış olarak burjuvazinin siyasal egemenliğinin bir ihtiyacı olarak doğsa da modern sınıflar mücadelesinde ulus olarak ezilen ulusların emekçileri de kendi ulus-devletini kurabilir. Biçimsel olarak burjuvazi ile aynı kategoride olsa da öz olarak aynı içeriğe sahip olmayabilir. Örneğin; ezilen bir ulusun egemen bir ulus karşısındaki ulusal kurtuluş mücadelesine; komünist bir öncünün önderlik etmesi, hareketin programının proletaryanın kendi toplumsal amaçlarına göre inşa edilmesi, kurulacak ulus-devleti sadece biçimsel olarak ulus-devlet kategorisine girdirir ancak öz olarak o bir işçi devleti temellerinde oluşturulduğu için; bütün emekçi halklarla, dünya devrimi ile dayanışma kurabilecek nitelikte devrimci üst olma özelliği taşır. Egemen-ezilen ulus ayrımının doğmasının temel sebebi; tarihin eşitsiz gelişimi sonucu olarak siyasal birliğini sağlayan uluslar, tarihin gerisinden gelen, siyasal birliğini sağlamakta gecikmiş ulusları sömürebilecek güç dengesine sahip olmuştur. Öte yandan bir coğrafyada kendini, siyasal sınırlarını, Pazar birliğini sağlayacak ölçüde örgütleyen burjuvazi; ulusal pazarı ihtiyaçların karşılamakta yetersiz kalınca; çareyi başka ulusların topraklarına, ham maddelerine, iş gücüne el koymakta aramıştır. Haliyle bunun sonucu olarak zaten tarihsel olarak geriden gelen, feodalizmin yarattığı siyasal kurumlarla boğuşan, içinde modern burjuvazi ile proletaryanın da filizlenmeye başladığı, köylü sınıfının ağırlıkta olduğu uluslar; tarihsel geriden gelmelerini aşmak konusunda karşılarına yeni bir sorun sömürgecilik sorunu gelmiştir. Özetle ezen-ezilen ulus kavramı(ayrımı); ulusların tarihsel eşitsiz gelişimin bir sonucu ve ulusal birliğini sağlayan burjuvazinin, geriden gelen uluslar üzerinde yarattığı sömürgeci uygulamaların neticesinde doğmuştur. Burjuvazi feodalizm karşısında ilk ortaya çıktığında ilerici özelliklere sahipken; sömürgeleştirmeye çalıştığı, başka toplumların gelişimini dışarıdan müdahaleyle geciktirdiği durumda ise gerici bir rol oynamıştır. Ulus-devlet; feodalizmle mücadele eden burjuvazi açısından ilerici bir olguyken; bunu sömürgecilik faaliyetinde kullandığında, ülke içindeki gericiliğinin dışarıya yansıması olarak karşımıza çıkmıştır. Ulus-devletin tarih sahnesine çıkmasına yardımcı olan burjuvaziye karşı; sömürgeleştirmeye çalıştığı topraklarda da tersinden bir ulus-devlet talebi doğmuştur. Burada da ilerici-gerici kavramları yer değiştirmiştir. Bu sefer feodalizme karşı ilerici rol üstlenen ulus-devletli burjuvazi; sömürgeleştirmeye çalıştığı ulus karşısında gerici; sömürge olmak istemeyen, ulus-devletini kurmak için ulusal mücadele başlatan uluslar ise devrimci-ilerici rol oynamıştır. 

Ulus olgusu nedir? Nasıl Ortaya çıkmıştır?

Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde ortaya çıkan ‘ulus’ olgusu; burjuva sınıfının kendi siyasal egemenliğini tesis ettiği bir kategoridir. Burjuvazi; feodalizmin hüküm sürdüğü çağlarda filiz vermeye başlamış, kapitalist üretim ilişkileri bu dönemde kendini gösterip yaygınlaşır olmuş ve bunun sonucu olarak burjuvazi ve feodalizm arasında, feodal üretim ilişkileri ile gelişmekte olan kapitalist üretim ilişkileri arasında çelişkiler doğmuştur. Bu çelişkilerdir ki burjuvaziye kendi sistemini, kendi siyasal organizasyonunu yaratma ihtiyacını dayatmıştır. Burjuvazi, feodal sistem içerisinde gelişebileceği sınırlara geldiğinde haliyle feodal sistemin siyasal kurumları ile de üretim biçimiyle de çatışmak durumunda kalmıştır. Gelişen burjuvazide; kendi pazarına sahip olma ve ticari ilişkileri kendi sınıfsal çıkarlarına göre tesis etme eğilimi doğmuştur.  



Olgunun ortaya çıktığı dönem; burjuvazinin feodalizm karşısında nesnel olarak(bir gerçeklik olarak) ilerici bir rol üstlendiği, tüm ezilenler için demokratik dönüşümleri savunduğu, kendi öncülüğünde gelişen devrimci cephenin etrafında tüm ezilen sınıfları toplayarak, feodalizme karşı yıkıcı bir eyleme giriştiği, özgürlük bayrağını elinde taşıdığı bir dönemdir.(Bu dönemde sol-burjuva devrimcileri arasında yer alan, feodalizme karşı radikal bir duruş sergileyen Fransız devriminin en önemli siyasal kanadı Jakobenler incelenmelidir.) Tarihi ileriye götürmesi, üretim aralarını geliştirmesi, dönemin gerici imparatorluklarına son verecek siyasal organizasyon yaratmanın önünü açması, insanlığın özlemlerini ifade eden(özgürlük-eşitlik-adalet vb.) değerleri çağın gericisi olan feodal sınıf karşısında savunması, yeni dönemin devrimci sınıfı olan proletaryayı gözle görülecek bir biçimde doğuracak sistemi yaratması, dönemin metafizikçi-kaderci anlayışıyla insanlığın öteki dünyalara bel bağlamasını bilimsel-aydınlanmacı düşünce ile, ruhban kesimin ayrıcalıklarını laikliğin öne çıkarılması ile savurması açısından burjuvazi; o dönem ortaya koyduğu ‘ulus’ modeliyle tarihsel olarak ilerici bir rol oynamış, ulus-devlet modeli dönemin devrimci bir organizasyonu olma niteliği taşımıştır. Ulus ve ulus-devlet o dönemin demokratik dönüşümlerinin sağlanabileceği siyasal bir organizasyon olarak, ‘yurttaşlık’ haklarını içeren, ‘cumhuriyet’ yönetimini esas alan bir şekilde inşa edilmiştir. Ezilen sınıfların üyelerinin imparatorlukların dinsel-askeri kurallarla biçimlendirdiği ‘tebaası’ olmaktan çıkıp burjuvazinin göreli olarak savunduğu ‘özgür birey’ kategorisine geçişi yine bir başka tarihsel ilerlemedir.
Özü itibariyle ulus-devlet olgusu; alt yapısal olarak burjuva sınıfının kendi siyasal-ekonomik ilişkilerini kurabileceği, sınıfsal ihtiyacını karşılayabileceği, pazar alanını kuracak sınırları çizebilmek için oluşturulmuştur. İmparatorluk döneminde ulus olgusu yoktur, milliyetçilik söz konusu değildir, birden fazla ‘kavim-millet-kültür’ün imparatorluğun çatısı altında bir arada yaşama(ya da feodal egemenlerin belirlediği bir arada yaşatılma) durumu söz konusudur. İmparatorluk örgütlenmesinin yarattığı dağınık ve yerel üretim biçimlerinin aksine; burjuvazi gelişen üretim araçları ile kuracağı sistemi bir pazar-üretim birliğinin sağlanabileceği model de kurgulamak istiyordu. Buradan hareketle burjuvazi; imparatorluk içinde nüfus olarak ağırlıkta olan ve diğer milletlerinde içinde yer alabileceği, dil-kültür-siyasal birliğin sağlanabileceği, üst siyasi isimlendirme olarak ‘ulus’un temel alınacağı bir devlet biçimi yaratmayı hedefledi. Bunun sonucu olarak da ‘ulus’ olgusu siyasal arenaya çıktı, 18. ve 19 yüzyılda kıta Avrupası’nda etkili bir siyasal güç haline geldi ve kendini 1789’da Fransız Burjuva Devrimi’nde dünya da tarihsel kırılma yaratan genişlikte gösterebilmiş oldu. Burjuvazi, feodalizm karşısında devrimci rol oynamıştı, feodalizmin çağın gerisine düşen siyasal-üretimsel yapılarını hedeflemişti ancak burjuvazi kendi devrimlerini yaptığı dönemde, ilerleyen sürelerde kendi mezar kazıcısı olacak olan işçi sınıfını yani burjuvazinin sınıf egemenliğiyle baş başa kaldığında ilk çatışacağı sınıfı da doğurmuştu. Örnek vermek gerekirse 1848 Şubat Devrimi, 1871 Paris Komünü işçi sınıfının da tarih sahnesinde kendi sınıfsal istemleriyle, kendi programıyla yer alacağını gösteren, bununla beraber geleceğin devrimci sınıfının işçi sınıfı olacağını ispat eden pratikler yaşanmıştı.


Burada şu temel ayrımı yapmak gerekiyor; burjuvazinin tarihsel ilericiliği yalnızca feodalizm karşısındadır. İktidarı alıp, kendi üretim ilişkilerini örgütlemeye başlamasıyla işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıflar karşısında gerici bir özellik taşır. Çünkü burjuvazi de feodal sistemde olduğu gibi özel mülkiyete dayalı bir başka sınıflı toplum biçimidir. Yani burjuvazinin ilericiliği sınırlıdır ve tarihte yalnızca bir kez feodalizm karşısında gerçekleşmiştir. Burjuvazi kendi sistemini kurmaya ve tüm dünyaya yaymasıyla beraber sömürücü sınıf özelliklerini göstermeye başlamıştır. Ezen-ezilen ilişkisi, sınıflar mücadelesi burjuvazinin devrimiyle ileri bir tarihsel zemine taşınmıştır. Onu ilerici yapan, sınıflar mücadelesinin keskinleşmesini sağlaması ve insanlığı topyekün sınıfsız bir topluma ulaştıracak olan modern devrimci sınıfın(işçi sınıfının) önünü açmasıdır. Kısaca burjuvazinin, burjuva devrimci demokratik dönemi ile iktidarı aldıktan sonraki dönemi birbirine karıştırılmamalıdır. Marx ve Engels buradan hareketle yukarıda ifade ettiğim nedenlerden dolayı burjuva demokratik devrimlerini ilerici görmüş bunun yanı sıra doğmakta olan proletarya karşısında ise çelişkili gerici konumunu ortaya koymuştur.

20 Eylül 2016 Salı

Yeni Demokratik Devrim nedir?

Yeni Demokratik Devrim, Mao Zedung’un Çin koşulları için oluşturduğu devrim modelidir. Mao’nun ortaya koyduğu devrim modeli ‘aşamalı devrim’ kapsamında değerlendirilmelidir. İçeriği ve uygulanma biçimi tamamen Çin’in koşullarının tahlilinden hareketle oluşturulmuş, ulusal kurtuluşu temel alan bir perspektifle harmanlanmış, sonuç kısmına 'sosyalist devrim'in gerekliliği yazılmış bir teoridir. Marksist Leninizmden esinlenerek ortaya konulduğu savunulan Maoizm'in temel kavramları arasındadır. 



Mao Zedung, Çin’de nüfusun köylü ağırlıkta oluşundan ve Britanya, Japonya gibi işgalci güçlerin de devrimin önünde engel olmasından kaynaklı olarak Ekim Devrimi’nden farklı bir devrim modeli izleneceğini savunmuştur. Maoizm'in diğer bir temel kavramı ise partizan savaşıdır. Çin'in koşullarından yola çıkılarak kırdan şehre modeli esas alınır. Kurtarılmış-düşmanın elinden alınmış bölgeler yaratmak bu savaş taktiğinin en önemli unsurudur.

Ülkenin üretim ilişkilerinden, köylülüğün ağır basmasından, çözülmemiş ulusal sorundan kaynaklı olarak doğrudan sosyalist bir devrime geçişin mümkün olmadığı, onun öncesinde bir ara aşama yaşanması gerektiği Mao ve onun bugünkü takipçileri tarafından ifade edilir. Mao’nun aşamalı devriminde ilk aşama; milli devrimci burjuvazi ile birlikte sömürgecileri ülkeden kovmak, işbirlikçi yerli burjuvaziyi yenilgiye uğratmak sonrasında ise feodal-yarı-feodal üretim ilişkilerini, siyasal ilişkileri ortadan kaldırıp Sosyalist devrimin önünü açmaktır. İlk aşama da Köylü-İşçi diktatörlüğü hemen ardından ise işçi diktatörlüğü olarak iki aşama koyulur.


Mao’nun teorisine göre; milli burjuvazi ile ittifak geliştirilerek sömürgecilik sorunu bağımsızlığın kazanılmasıyla, feodal üretim ilişkileri sorunu ise kontrollü, daha çok işçi-köylü denetimine tabi geçiş aşaması olarak kapitalizmin kurulmasıyla aşılacak daha sonrasında ise işçi sınıfı ile devrimin ilk aşamasının müttefiki olan milli burjuvazi karşı karşıya gelecek, burjuvazi tasfiye edilip proleter diktatörlük kurulacak. Özetle Maoizm'in geri asya ülkesi Çin'de o dönem savunduğu temel tezler bunlardır.

18 Eylül 2016 Pazar

Anti Emperyalizm nedir?

Anti-Emperyalist mücadele denildiğinde genel olarak Emperyalist tekeller arasında yer alan ABD karşıtlığı anlaşılır. Oysaki Emperyalistler arası çekişmelere bakılarak dahi Emperyalizmin tek başına ABD’den ibaret olmadığı ve Emperyalizme karşı olmanın tek başına ABD karşıtlığı olamayacağı açıktır. Yerli burjuvazi gibi yabancı burjuvazi de sömürü sisteminin işlerliğini ve devamlılığını korumak anlamında, kimi güncel-siyasi-ekonomik çıkarlar anlamında ortak olsa da aralarında ki pasta paylaşımı; Kapitalizmin kar elde etme, tekelleşme hırsı sonsuz kere kendini tekrar etmektedir. Sonuç olarak bu paylaşımlar başta emekçi halkların çocuklarının cephelere sürüldüğü, insanların yaşadığı topraklardan edildiği, bütün yükünü emekçilerin çektiği paylaşım savaşlarına dönüşmektedir. 1.ve 2. Dünya savaşının özü aslında Emperyalist paylaşımın savaşlarla kendini var etmesinden başka tarihsel bir anlam taşımaz. Bugün Emperyalist paylaşımlar konusunda ABD dışında, Avrupa Birliği, Şangay Beşlisi gibi Emperyalist oluşumlar ve Emperyalizme özenen Körfez Monarşileri, bölgesel egemenlik hayali kuran İran gibi, Türkiye gibi(Örneğin Suriye meselesinde gösterilen işgalci tutum, Irak Kürdistanı’nın petrollerine sahip olma arzusu, Ortadoğu’da canlandırılmak istenen ancak elde patlayan Yeni-Osmanlıcılık) ülkeler de mevcuttur.





Anti Emperyalizmin ne olup ne olmadığını tartışmaya açmadan önce; Emperyalizm dediğimiz olgunun ne olduğunu ortaya koymakta fayda var. Emperyalizm, Lenin yoldaşın da dediği gibi Kapitalizmin bir üst aşaması olup, kapitalizmin tekelleşme ve çürüme çağına girdiği döneme denir. Emperyalizm çağı insanlığa sefaletin, açlığın(örneğin Afrika kıtası) yaşatıldığı, paylaşım savaşlarının sıklaştığı(1. ve 2. Dünya savaşları ve diğer bölgesel savaşlar), ekonomik krizlerin birbiri ardına patlak verdiği(AB Krizleri ve Dolar piyasasının sürekli iniş-çıkışı) dönemdir. Bu dönem bir taraftan insanlığı bunalımdan bunalıma sürüklerken; öte yandan yarattığı nesnel devrim koşulları ile öncü örgütlere kitleleri örgütleyebildiği oranda devrim yapılabilecek zeminler sunar. Marksist Leninist teoride nesnel koşullar için iki şey geçerlidir: Öncü örgüt eğer güçlüyse bu nesnel koşulları devrimci duruma dönüştürüp, kitlelere devrimin yolunu gösterir; eğer öncü örgüt nesnel koşullar karşısında kitleler içinde kök salamamış ve kitlenin rehberi olamamışsa bu seferde devrimci bunalım(devrimci kriz) yaşanır ve devrimci fırsatlar yitirilmiş olup, sistemin kendisini revize etmesine izin verilmiş olur. Bugün dünyanın birçok bölgesinde birbiri ile ilişkili, yerel ölçekte ya da birbirini etkileyebilecek çok fazla isyana şahit olmaktayız, Arapların ayaklanması, AB bölgelerinden İspanya, İtalya ve Yunanistan’da çıkan ayaklanmalar, Meksika ve Şili’de öğrenci hareketleri, Brezilya’da dünya kupasının masraflarını karşılamak istemeyen emekçiler, ABD’de yıllardan beri gelen yoksulluk ve siyahlara yapılan ayrımcılığın kemiğe dayanması sonucu siyahilerin ayaklanması ve Türkiye’de ortaya çıkan Gezi isyanı, Metal direnişi, Soma eylemleri, Kadın cinayetlerine duyulan öfke vb. Sıralamakta eksik kalacağımız yığınla toplumsal hareketlenmelerle karşı karşıya olduğumuz bir dönemden geçiyoruz. Emperyalizm çağı üzerine kabaca değindikten sonra gelelim Anti-Emperyalizm nedir? Sorusunun cevabını aramaya.

Öncelikle şunu en başa yazmak gerekiyor: Anti-Kapitalist olunmadan, Anti-Emperyalist olun(a)maz. Özel mülkiyetçi sistemin kendisine, onun ilk aşaması olan sermaye birikimi türüne karşı çıkmadan, onun bir üstü olan, çürümüş vahşi aşamasına karşı çıkmaktan söz edilemez. Bugün TGB, Vatan Partisi gibi ulusalcılar, CHP, Saadet gibi burjuva partileri de Anti-Emperyalist olduklarını iddia edebiliyorlar. Bunun kaynağında Anti-Emperyalizmin ABD-İsrail karşıtlığı olarak anlaşılması ya da ‘yabancı’ düşmanı olma durumu var.

Burjuva partileri için, örneğin milli görüş çizgisi için gözle görüşür bir siyasal İsrail-ABD vatandaşlarını da içine alan karşıtlığı vardır; bunun kaynağında dinci sermayenin abdestli olması yatmaktadır. ‘Gavur’ dedikleri, Müslüman coğrafyaları kana bulayan yabancı sermaye tekelleriyle el ele gözükmek istemeyip el altından işi pişirmeleri kendi çıkarları için gayet doğaldır. Bugün AKP’de Filistin konusunda İsrail’e atıp tutuyor, Davos’a bir daha gelmem ‘One Minute’ diyor ancak askeri anlaşmalar, diplomatik ilişkiler sürüyor, oğlunun İsrail sermayesi ile ticaret anlaşması yaptığı gözler önünde, Irak katliamında bir milyon insanın öldürülmesinde İncirlik’ten kalkan savaş uçakları, İsrail’in İran’dan korunabilmesi için kurulan radar üsleri çok yakın tarihten örnekler.

Bununla beraber burjuva-küçük burjuva-alt emperyal ülkeler anti-emperyalist olamaz. Çünkü dayandıkları sınıfsal iktidar zemini bir burjuva diktatörlüğüdür. Yerli ya da küçük burjuvaziye yaslanılarak büyük burjuvaziye karşı çıkmak anti-emperyalizm değildir.

Özel mülkiyete dayalı burjuva diktatörlüğü olan Kapitalizme karşı çıkmaya yanaşmayan, bu olgudan bağımsız bir Anti-Emperyalizm kavramı yaratan hangi anlayış olursa olsun çarpık bir Anti-Emperyalizm ortaya koyar. Genel olarak anti-emperyalizm olarak sunulan yerli burjuva ideolojidir.(Yani ulusalcılık, dincilik) Anti Emperyalizmi doğru kavramayan bir komünist; örneğin; İsrail karşısında Lübnan Hizbullah’ını, ABD karşısında İran’ı, Suriye’ye savaş açan Emperyalistler karşısında Esad’ı Anti-Emperyalist olarak isimlendirebilir. Bu kavramı edinebilmek öyle sanıldığı kadar basit değildir. ABD karşıtı olmak tek başına Anti-Emperyalist olmaya yetmez önemli olan hangi sınıfsal temellerde, hangi amaçla karşı durulduğudur. Bir başka örnek ise Kemalizmi Türk ulusal kurtuluş mücadelesine öncü olmasından, işgalci devletlere karşı savaş veren coğrafyada parlamış olmasından kaynaklı olarak Anti-Emperyalist diye tanımlanmaktır. Bu tanımlamayı genellikle ulusalcılar ve ulusalcı Sosyalistler yapmaktadır. Ne gariptir ki Kemalizm denilen bir ideoloji burjuva ideolojisiyken ve Türkiye’de kapitalizmin gelişmesinde öncü rol oynamışken Anti-Emperyalist olabiliyor.

Pekala nasıl Anti-Emperyalist olunabilir? Tutarlı bir Anti-Emperyalist mücadele nasıl ortaya konulabilir.

Maddeler halinde sıralayacak olursak kıstaslar çok açıktır:
-Özel mülkiyetçi sistem olan Kapitalizme temelden karşı çıkmak
-Sınıfsal temellerde anti-emperyalizmi savunmak
-ABD karşıtlığına indirgememek
-Ulusalcı bir biçimde savunmamak
-Bir ulusun işgalcilere karşı savaş vermesi olarak algılamamak
-Yabancı burjuvaziye karşı yerli burjuvaziyi desteklememek
-Mücadeleyi dünya devrimine bağlamak
-Enternasyonalist bir biçimde kavramak
-Küçük bir burjuva devleti ile büyük burjuva devletlerin arasındaki savaşta küçük burjuva devletini destekleme pozisyonundan uzak durmak




Bilimsel Sosyalizm nedir?

Marx ve Engels tarafından 19.yy ikinci yarısında işçi sınıfı hareketlerinin yükselişte olması göz önünde bulundurularak geliştirilmiş, geçerliliği ispatlanmış sınıf eksenli sosyalizmdir. Diğer adıyla proleter sosyalizm\proletarya sosyalizmi olarak da ifade edilebilir. 



Tarihte ortaya çıkmış ya da günümüzde var olan sosyalizm çeşitlerinden kendini ayıran temel noktası; tarihi, doğayı, toplumu, ekonomik ilişkileri, kültürü vb. ana kategorileri bilimsel bir metotla işlemesidir. Bilimsel sosyalizmin tarihi ve toplumu anlama da kullandığı felsefi gözlük 'Tarihsel Materyalizm' ; toplumu değiştirme-dönüştürme de kullandığı metot ise 'Diyalektik Materyalizm'dir. 

Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm; bilimsel sosyalizmin temel dünya görüşünü oluşturan, diğer sosyalizm türevlerinden ayıran köşe taşlarıdır. Marx ve Engels'den önce kimi filozoflar iyi niyetlerinden, hümanist düşüncelerinden, içinde bulundukları sınıfsal durumun verdiği aydın konumdan hareketle kimi ütopik sosyalizm tartışmaları yürütmüşlerdir. Ancak bunların hiçbiri devrimi kimin yapacağı, toplumun değişim kaynağının ne olduğu sorularına tutarlı ve programlı cevaplar üretememişlerdir. Devrimci mücadelenin örgütçü bir mücadeleyi gerektirdiğini, bugünkü modern sınıflar ilişkisinde işçi sınıfının toplumun devrimci gücü olduğunu, devrim için parti öncülüğünün olmazsa olmaz olduğunu, özel mülkiyetçi sistemin sonuna gelindiğini; somut veriler ve ideolojik öncülüklerle bilimsel sosyalizm ve onun politik-teorik ifadesi olan Marksist Leninizm cevaplar üretebilmiş, devrimler yaratmıştır. 


Ütopik Sosyalizm nedir?

Ütopik Sosyalizm

Sosyalizm, en genel tanımıyla; özel mülkiyetin ortadan kaldırılması, üretim araçlarının tüm topluma ait olması, zengin sınıfın kar elde etmesi için yapılan üretime son verilip devletin merkezi bir planlama ile üretimi ve bölüşümü adaletli bir biçimde sağlamasıdır.

Kapitalist sistem kendini ilk var etmeye başladığı dönemlerde; üretimde yarattığı israf, toplumda yarattığı ağır çalışma koşulları, bölüşümde yarattığı adaletsizlik çeşitli filozoflar tarafından eleştirilmiştir. Kapitalizmin sistemli bir biçimde eleştirilip yerine alternatif olarak ‘sosyalizm’in önerilmesi 1800’lerin başına denk düşer. Bu dönemi Sosyalizmin birinci evresi, yani ‘Ütopik Sosyalistlerin Dönemi’ olarak isimlendirebiliriz.

Fransa'da Comte Henri de SaintSimon ile Charles Fourier, İngiltere'de Robert Owen gibi isimler ütopik sosyalizmin öne çıkan isimleridir. Marksizm 1800’lerin ikinci yarısında tarih sahnesine çıktığı için Marksizm öncesindeki sosyalist düşüncenin öncüleri bu isimlerdir. Ortaya koydukları siyasal ve eylem programıyla belirli bir takipçiye ulaşmışlardır. Bu dönemde kapitalizm karşıtı sosyalist akımın siyasal omurgasını ütopik sosyalistler oluşturmuşlardır.

Yazdıkları kitaplar geniş kitleler tarafından okunmuş, yaptıkları sosyalizm konuşmaları ve kapitalizm eleştirileri büyük dinleyici topluluklarını kendine çekmiş ve sosyalizm fikri bu isimlerin çabalarıyla kıtalar ötesine Amerika gibi uzak ülkeler de dâhil olmak üzere yeryüzünün diğer bölgelerine yayılmıştır.

Ütopik sosyalistler; kapitalizmi eleştirmekle kalmayıp geleceğin ideal toplumunun nasıl olması gerektiğine dair bütün ayrıntılarına kadar izah ettikleri toplumsal bir tasarıma da sahipti.

‘Ütopik Sosyalizm’ ve ‘Ütopikler, Ütopyacı Sosyalistler’ olarak isimlendirilmelerinin nedeni; toplumu tahlil ederken sınıf mücadelesini bununla beraber toplumsal değişimin temel kanununu anlayamamak, sosyalist devriminden bahsederken kapitalist sisteme son verecek olan işçi sınıfını görmezden gelerek; bir sınıf diktatörlüğüne(burjuva diktatörlüğüne) dayalı olan kapitalist sistemin ortadan kaldırılabileceğini savundukları için ütopik-gerçek dışı kalmalarıdır. Bilimsel Sosyalizm’in kurucuları Marx ve Engels kendi ortaya koydukları teori ile ütopik sosyalizmin neden toplumsal bir devrimin teorisi olamayacağını ispatlamışlardır.



Ütopik sosyalistler, ‘devrimci’ değil ‘evrimci’ bir sosyalizmi savunuyorlardı. Onlara göre; zengin sınıf yarattığı kötülüklere ikna edilebilirse sosyalizmin kurulmasına razı olabilir, bu inşaya zengin sınıfta katılabilir, kendiliğinden kapitalizmin ortadan kaldırılması gerçekleşebilirdi. Hareket ettikleri temel nokta soyut kavramlar idi. Bu soyut kavramlar ‘adalet, iyi niyet, yarar-zarar’ vb. kapitalistlerin de vicdanına seslenmeyi amaç edinen idealist kategoriden oluşuyordu.

Ütopik sosyalistler, toplumun tarihsel gelişimini materyalist bir biçimde, sınıflar mücadelesinden hareketle kavramadıkları için; yaşanılan adaletsiz düzenin ‘kafalarda oluşan bozukluk’ yani kötülüğün, kötü düşüncenin bir sonucu olarak görüyorlardı. Buradan hareketle çıkar sahibi zengin sınıfı ‘iyiliğe’ yani sosyalizme ikna edebileceklerini düşünüyorlardı. Oysaki zengin sınıf kötü olduğu için değil; örgütlü bir sömürücü sınıf olduğu için, yoksul işçi-emekçi sınıfın örgütsüz kalmasının sonucu olarak iktidardaydı. Meselenin sınıflar mücadelesi olarak değil de soyut iyi-kötü çatışması olarak anlaşılması ütopik sosyalizmin temel yetersizliğiydi.

Aynı şekilde kapitalizm tekelleştikçe toplum için daha ağır koşullar yaratıyordu, ütopik sosyalistler ise küçük üretim biçimlerinin ‘iyiliğinin’ anlaşıldığında; kapitalizmin tekelleşmekten vazgeçeceğini düşünüyordu.

Ütopik sosyalistler kapitalizmin ortadan kaldırılması konusunda hemfikirdi ancak onun nasıl ortadan kaldırılacağı konusunda yeterli donanıma ve somut çözüm programına sahip değillerdi.(Veyahut bu konuda tutarlı bir programları yoktu)

Sonuç olarak; ütopik sosyalistler, modern sömürücü sınıf olan burjuvazinin iktidarının ‘ikna etme’ yoluyla yıkılacağını düşündükleri, sosyalizme evrimci bir biçimde ulaşabileceklerine inandıkları için ütopik olarak anılırlar. Ütopik olduklarını bugün daha iyi anlayabiliyoruz; kapitalizm tekelleşmesini emperyalizm aşamasına ulaştırdı, burjuvazi iktidarını koruyabilmek için her türlü kanlı önlemler almaya hazır, emperyalist bölüşüm savaşları dünyaya yıkımlar getirdi. Buradan hareketle iktidar olan burjuvazinin ‘iyi niyet’ten anlamayacağı, sınıfsal bir savaştan anlayacağı açıktır.


16 Eylül 2016 Cuma

İşçi Devleti nedir?

İşçi devleti; burjuvaziye karşı mücadelesinde proletarya sınıfının iktidarını örgütlediği, burjuva devlet biçimini parçalayarak kendi siyasal-sınıfsal egemenliğini kurduğu, toplumsal değişim programını uygulamaya geçirmek için kullanacağı devlet biçimi, devlet aygıtıdır. İşçi devleti; sosyalist devrimin bir sonucu olarak kendini var eder ve sosyalizme geçiş toplumunda proletaryanın programını uygulayabileceği koşulları hazırlar. İşçi devletini; marksizm yarı-devlet veya sönümlenmeye başlamış devlet olarak tanımlar. Bunun nedeni; işçi devletinin diğer burjuva devletlerinden farklı olarak; sınıflarla beraber kendini ortadan kaldırmayı en başından ilan eden nitelikte kurulmasıdır. Burjuvazi için devlet; sömürü sisteminin sonsuza dek sürdürülmesinin bir aracı iken; toplumun çoğunluğu ve üreticisi olan işçi sınıfı içinse devlet; sınıfsız bir topluma geçişte burjuvaziyi yer yüzünden tamamen silebilmenin, böylelikle sınıfsız-savaşsız-sınırsız-parasız-devletsiz topluma geçişin temel aygıtı olarak anlaşılmalıdır. Kendini görevlerini yerine getirdiğinde yok edeceğini en baştan ilan eden tek devlet; işçi sınıfının devletidir.



İşçi devleti, proletarya diktatörlüğüdür, proletarya diktatörlüğü işçi demokrasisidir, işçi demokrasisi ise burjuvazi üzerinde diktatörlük işçi sınıfı ve diğer ezilen sınıflar için tarihte ezilenlerin ulaşmayı hayal ettiği ütopyanın gerçek halidir yani doğrudan, tabandan gelişen bir demokrasidir. İşçi sınıfı devleti ulusal sınırlar içerisinde kendini var eder ancak kendini ulusal sınırlarla sınırlamayıp dünya devriminin bir parçası olarak görür, dünyadaki tüm proleterlerin kurtulmasının ifadesi olan 'Dünya Sosyalist Devrimi'nin itici motor güçlerinden sayar.


İşçi devleti\devletleri kendini yeryüzünden silebilmesi için öncelikli olan görevini yerine getirmesi gerekir. Öncelikli görev ise tüm dünyaya yayılmış, küresel pazar yaratmış, emperyalist bölüşümler için savaşlar doğuran, insanlığı ekonomik krizlerle bunalımlara sokan emperyalist-kapitalist sistemi ortadan kaldıracak mücadeleyi yani enternasyonal mücadeleyi yükseltmektir. Enternasyonal mücadele devrimin bir bölgede sıkıştırılmayıp başka bölgelere sıçratılarak yükseltilmesi, dünya devrimini merkez alarak tüm dünya proletaryasının çıkarları doğrultusunda hareket edilmesidir.

Ne zamanki yer yüzünde mücadele edilecek emperyalist devlet, yıkılması gereken burjuva diktatörlük, yok edilmesi gereken kapitalist pazar sistemi kalmaz ise, tüm dünyada proletaryanın devletleri galip gelirse; işte o zaman proletarya diktatörlüğüne, işçi devletine, işçi demokrasisine gerek kalmaz. Görevini yerine getiren işçi sınıfı ve devleti yeryüzünden tümüyle emperyalizmi ve sınıflar mücadelesini silmeyi başardığı için proleter diktatörlük gereksizleşir. Çünkü proleter diktatörlüğün amacı emperyalizmi ve burjuvaziyi yok etmektir, yok edilecek bir emperyalizm ve burjuvazi kalmadığında işçi sınıfının devletine de ihtiyaç kalmaz. Haliyle işçi devleti ve işçi sınıfı tüm dünyada tarihsel rolünü oynadığı için tarih sahnesinden çekilir.

Sonuç olarak; işçi devleti ulaşılması hedeflenen son durak, işçi iktidarı ise sonsuz bir iktidar değildir. İşçi devlet ve işçi iktidarı sınıfsız Komünist topluma geçişte, geçiş toplumunun en büyük siyasal organizasyonudur. Ulusal değil sınıfsal bir devlettir, çıkarları ulusal değil uluslararası proletaryanın çıkarlarına, kaderi uluslararası proletaryanın kaderine bağlıdır.

Komünist Manifesto

Komünist Manifesto; 1847 yılında, uluslar arası işçi birliği olan ‘Komünistler Birliği’ örgütünün Londra’da yapılacak kongresine sunulmak üzere Marx ve Engels’i yazmakla görevlendirdiği program metnidir. Manifesto 1847 Aralık ayı ile 1848 Ocak ayı arasında Brüksel’de yazılmıştır. İlk olarak 1848 yılının 21 Şubat’ında Londra’da Almanca basılmıştır. Metnin yazıldığı dönem; Avrupa’da ekonomik-sosyal-siyasal krizlerin yandığı, işçi sınıfı hareketlerinin dorukta olduğu, çeşitli devrimci akımların toplumu örgütlemek için birlikler, kulüpler, örgütler kurduğu dönemdir.



Bununla beraber, Manifesto’nun yayınladığı dönem hakim sol akımlar tarafından burjuvaziye ilerici rolü biçildiği, tarihin gelişiminin burjuvazinin iktidarı tarafından okunduğu bir süreçtir. Ancak, Manifesto’nun doğrulanması gecikmemiş, 1848 ve 1872 Paris Komünü gibi gelişmeler işçi sınıfının toplumsal siyasal gücünü ve burjuvazinin gittikçe gericileşen iktidarını doğrulamıştır.

Manifesto’ya ‘sosyalist’ değil de ‘komünist’ öncülünün getirilmesini ise Engels şu şekilde açıklıyor: “Yine de, yazıldığı dönemde, onu sosyalist bir manifesto olarak adlandıramazdık. 1847’de sosyalist dendiğinde, bir yandan çeşitli ütopik sistemlerin yandaşları: her ikisi de giderek yalnızca ölmekte olan mezheplere dönüşmüş olan İngiltere’deki Owen’cılar ve Fransa’daki Fourier’ciler; diğer yandan her türden toplumsal kusuru, sermaye ve kârı hiçbir tehlikeye sokmadan, türlü yamama faaliyetleriyle düzeltme sözü veren çok çeşitli toplumsal şarlatanlar; yani, her iki durumda da, işçi hareketinin dışında duran ve ‘eğitimli’ sınıflardan destek aramayı tercih eden kişiler anlaşılıyordu. İşçi sınıfının tek başına siyasal devrimlerin yetersizliğine inanan ve toplumun bütünsel bir dönüşümünün zorunlu olduğunu iddia eden kesimi, o zamanlar kendisini komünist olarak anıyordu. Bu kaba, yontulmamış, tümüyle içgüdüsel türde bir komünizmdi; ama temel noktayı yakalamıştı ve işçi sınıfı içinde ütopik komünizmi, Fransa’da Cabet’ninkini, Almanya’da Weitling’inkini yaratacak kadar güçlüydü. Dolayısıyla 1847’de sosyalizm orta katmanların bir hareketi, komünizm işçi sınıfının bir hareketiydi.”


Kongreye sunulan Komünist Manifesto, Komünistler Birliği’nin teorik ve pratik programı olma niteliğini taşır. Manifesto’da kapitalizmin, geçmişteki toplumların, sosyalizm çeşitlerinin değerlendirmelerini ve bilimsel sosyalizmin gelecek tasavvurunu, bu geleceği yaratacak olan devrimci sınıfın yani proletaryanın analizini bulabilirsiniz.

Manifesto’nun; ilk bölümü olan ‘Burjuva ve Proleterler’ bölümü ‘’Şimdiye kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir.’’  cümlesiyle söze başlar. Bu cümle Manifesto’nun toplumsal tarihe bakış açısının sınıfsal bir özellik taşıdığı özetleyen temel tezdir. Toplumsal ilerleme sınıfların birbiri ile mücadeleleri üzerine kuruludur. Gelinen son sınıflı toplum ise; sınıflardan oluşan toplumun son durağıdır. Burjuva sınıfı tarihte ortaya çıkmış diğer özel mülkiyetçi sistemlerden farklı olarak özel mülkiyetçi sistemi küresel, toplumsal emeği ise büyük ölçekli üretim alanları ile kolektif bir hale getirmiştir. ‘’Burjuvazi kendi mezar kazıcısını yaratıyor’’ kısmı; burjuvazinin daha fazla kar elde edebilmek için emeği toplumsallaştırdıkça, üretim sürecine giren işçi sayısını arttırdıkça, sınıf çelişkisi olan işçi sınıfına kendini örgütleme imkanlarını sunduğunu ifade eder. Bu bölümde kapitalist sistemin ana özelliği olan rekabete, krizlere, krizlerin yol açtığı bölüşüm savaşlarına, toplumun gittikçe iki ana sınıfa bölündüğüne, bu karşıtlığın(emek-sermaye çelişkisinin) burjuvaziyi; gelişen işçi sınıfı karşısında iktidarından edeceğine değinilir. Manifesto, proleteryanın diktatörlüğünün kaçınılmaz olduğunu, bu diktatörlüğün tüm sınıflı toplumları ortadan kaldırıp, sınıfsız topluma geçişin anahtarı olacağını vurgular.

Manifesto’da döneme ait somut gelişmelere dair tespit ve incelemeler bulunduğu gibi; kapitalizmin her döneminde geçerliliğini koruyan soyut ilkelere ulaşmakta mümkündür. Ki bu ilkesel çerçevenin bulunduğunu Marx ve Engels’de 1872 tarihinde yazdıkları önsözde ‘’Son yirmi beş yıl içinde koşullar ne kadar değişmiş olursa olsun, bu manifestoda açıklanmış olan genel ilkeler tüm doğruluklarını bugünde genel olarak koruyor. Şurada ya da buradaki bazı şeyler iyileştirilebilirdi. Manifesto’nun kendisinin de açıkladığı gibi, bu ilkelerin pratikte uygulanması, her yerde ve her zaman mevcut tarihsel koşullara bağlı olacaktır ve bu nedenle de II. Bölüm’ün sonunda önerilen devrimci önlemlere kesinlikle hiçbir özel ağırlık verilmemiştir.’’ (Komünist Manifesto, 1872, Almanca Baskıya Önsöz) bu şekilde ifade etmişlerdir. Marx ve Engels’in özetle anlamak istedikleri; ortaya koyulan soyut ilkelerin döneme, ülkeye ve koşula göre uygulanma biçiminin değişkenlik göstereceği ancak bu tablonun temel olarak geçerli olacağıdır. Bugünde Manifesto’nun ortaya koyduğu ‘burjuvazi-işçi sınıfı’ , ‘kapitalizmin krizleri ve yarattığı savaşlar’, ‘emek ile sermayenin çelişkisi’ , ‘burjuvazinin kendi mezarını kazmaya devam ettiği’, ‘tüm dünya işçi sınıfının birleşmesi gerektiği’ vb. genel soyut ilkesel değerlendirmeler; içerik olarak dönemlerin değişmesinden dolayı farklılaşsa da temel ve öz olarak ortaya konulan program geçerliliğini halen korumaktadır.

“Bütün ülkelerin işçileri birleşin, zincirlerinizden başka kaybedeceğiniz şey yok, ama kazanacağınız koca bir dünya var!” manifesto bu sözlerle son bulur.


Ayrıca Bakınız:

Marx Geri Döndü(Türkçe Alt Yazılı)


Komünist Manifesto’dan bölümlerin bir hikaye etrafında anlatıldığı Arjantinli sosyalistlerin yapmış olduğu 5 bölümlük dizidir. Yukarıda eklenen link 1.bölüme aittir, dizinin devamını videonun yanında çıkan video kutucuklarından görebilirsiniz.

15 Eylül 2016 Perşembe

Jakobenizm

Burjuvazinin, gerici feodalizm karşısında devrimci-ilerici bir pozisyon izlediği döneme ait, burjuva devrimciliğinin en ilerici ideolojisidir. Jakobenizm kökenlerini, savunduğu değerleri, radikal burjuva devrimciliğini 1789 Fransız Burjuva Devrimi’nden alır.



Jakobenizmin; devrimci bir burjuva ideolojisi olarak ‘tepeden inmecilik’, ‘halktan kopukluk’ olarak anlaşılma durumu yaygın yanlış bir görüştür. Oysaki Jakobenizmin ortaya çıktığı dönem burjuva sınıfının devrimci bir rol oynamak için örgütlendiği, feodal gericilik karşısında ‘halk iktidarı, cumhuriyet, aydınlanma, laiklik, birey olmak, bilimsel düşünce’ vb. kavramları öne sürdüğü, ezilen diğer emekçileri kendi etrafında toplamak için çalışmalar yürüttüğü, ortaya koyduğu ‘eşitlik-özgürlük-adalet’ kavramlarının yoksul halk, köylüler, baldırı çıplaklar tarafından benimsenip uğrunda savaşıldığı bir dönemdir. Bu açıdan baktığımızda; burjuvazinin feodalizm karşısında oynadığı devrimci rolün ideolojisi olan Jakobenizm ile iktidarı aldıktan sonra gericileşen burjuva sınıfını ve onun farklı türden ideolojilerini birbirine karıştırmamak gerekiyor.

1789’da gerçekleşen Fransız Burjuva devriminin en radikal kanadı Jakobenlerdir. Jakobenler ile diğer burjuva görüşleri ayıran temel nokta(örneğin o dönemin uzlaşmacı Fransız burjuva kanadı Girodenler); feodalizmle olan ilişkileri ve feodalizme karşı duruşlarıdır. Jakobenler, tavizsiz bir biçimde feodalizme ait olan ruhban sınıfına, krala, monarşiye, soylulara karşı mücadeleyi savunurken diğer burjuva kanatlar ise uzlaşmacı konumları gereği burjuvazinin korkak, gerici kanadını oluşturmuştur.

Jakobenler ile uzlaşmacı burjuvazinin arasındaki farkı anlamak için Kadetler örneğine bakmak yeterlidir. 1789’dan yıllar sonra(1900’lerin ilk çeyreği) Çarlık Rusya’da devrimci bir dönem yaşanıyor, tabandan halk bütün gücüyle devrimci bir seçenek arıyor ancak burjuvazinin partisi Kadetler, feodal Çarlık karşısından uzlaşmacı pozisyonlara girişiyor, tarihsel olarak oynaması gereken devrimci rolden geri çekiliyordu. Rusya’da Kadetler Çarlığın ömrünü uzatırken, Fransa’daki Jakobenler ise feodalizmin siyasal temsilcisi krallığa son vermek istiyordu.

Lenin Jakobenizm ile ilgili şu görüşlerini şu şekilde aktarmıştır: 

“Burjuva tarihçiler Jakobenizmi bir düşüş –«alçalma»– olarak görüyor. Proletaryanın tarihçileri onu ezilen sınıfın kurtuluş mücadelesinin en yüksek doruklarından biri olarak görür. … Yirminci yüzyılda Avrupa’da ya da Avrupa ve Asya’nın sınır hattında «Jakobenizm», devrimci sınıfın, yani yoksul köylülük tarafından desteklenen ve sosyalizme ilerlemek için mevcut maddi temelden yararlanan proletaryanın egemenliği olacaktır...” (Lenin, Can “Jacobinism” Frighten the Working Class?, www.marxists.org)

Tepeden inmecilik ile tabandan devrimcilik arasındaki farkı anlayabilmek ve Jakobenizmin ‘tepeden inmecilik’ olmadığını anlamak için devrimin kişiye mi yoksa halka mı mal edildiğine bakmak yeterlidir. Tepeden inmeci devrimlere en yakın örnek; M.Kemal’in 1923 Cumhuriyet ilanı örneğidir. Bugün bile Cumhuriyet kavramını ‘M.Kemal’i eklemeden tartışmak mümkün değildir. Üstelik bir halk devrimi olması gereken cumhuriyet devrimi topyekün bir ismin yüceltildiği, burjuva devrimciliğinin bilimselliğine sığmayan metafizik yorumlarla M.Kemal’e yüklendiği içerikten oluşmaktadır. Burjuva devrimciliğin Jakobenizmden aldığımızda; krallık aracılığıyla oluşturulmuş ‘tek isim’li iktidarın halka verilmesi tezi ile 1923’ün Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyetine geçişte Cumhuriyetin tek isimle(M.Kemal’le) özdeşleşmesi tepeden inmeciliğin sonucudur. Tepeden inmeci devrimlerin bir özelliği de; istisnasız devlet bürokrasisinde yer almış isimlerin öncülüğünde gerçekleşmesidir. Yine Mustafa Kemal örneğine dönersek bir asker-bürokrat olarak tepeden inmeci devrimciliğin örneği olma konusunda bahsedilen özelliğe sahiptir.


Jakobenizm’de bir isim etrafında yüceltme görülmezken, devrim tabandan kitlelerin örgütlülüğü ve talepleri ile şekillenirken; tepeden inmeci devrimlerin hepsinde kişi miti yaratılmış, tabanın politik-toplumsal dönüştürücü özne olma rolü söz konusu olmamıştır. Bu örnekleri, Nasır, Bismarck ile genişletmek mümkün.

Spartakist Birliği

SPD (Alman Sosyal Demokrat Partisi), 1890 yılından itibaren seçimlerde aldığı oy oranlarıyla, binlerce üyeden oluşan parti örgütleriyle 2. Enternasyonal içerisinde en önemli Avrupa’nın en etkili sosyal demokrat partisiydi. Marksizmin ideologlarından Engels’in ölümü, 1.Emperyalist paylaşım savaşının yaklaşması, Avrupa’daki işçi aristokrasisinin parti içinde egemen güç haline dönüşmesi; partiyi proleter çizgiden sosyal şoven ve sınıf işbirlikçisi bir çizgiye savurdu. Elbette bu savrulma, parti içinde marksizme sadık, proleter bir devrim modelini savunan kadroları rahatsız etti, kopuş bu şekilde başladı.



SPD’nin önderi Kautsky’e tepki sadece kendi partisi içinden değil; o dönem Çarlık Rusya’da devrime hazırlanan Bolşevikler de 2.Enternasyonal içerisinde Lenin deyimiyle ‘dönek Kautsky’i sosyal-şoven ve sınıf işbirlikçisi politikalarından dolayı teşhir etmekte gecikmedi.

SPD, girdiği 1912 seçimlerinde % 34 oy oranı alarak meclise 110 milletvekili ile girdi. Ancak elde ettiği bu gücü işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda kullanmak yerine; yaklaşan 1.Emperyalist savaşta kendi burjuvazisini desteklemek için savaş kredilerini onaylayarak sınıf işbirlikçisi bir konumu seçerek, tüm dünya proletaryasına ihanet etti.

Yaşanan bu ihanet; birinci Emperyalist Paylaşım savaşı sırasında Spartakistlerin Almanya’da doğumunu hazırladı. 4 Ağustos 1914 yılında Almaya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) kendi burjuvazisini ‘anayurt savunması’ adı altında destekleme kararını savaş kredilerine onay verme eşliğinde savundu. Bu karara tepki gösteren Karl Liebknecht, Rosa Luxemburg, Clara Zetkin ve Franz Mehring parti yönetimini eleştiren, karara muhalefet olan bir mektup yolladılar. 1916 yılında Liebknecht’in evinde toplanan muhalefet bir bildiri hazırladı ve bu bildiriyi ‘Spartaküs’(SPARTAKUSBUND) adı ile yayınladıkları için "Spartakusbriefen"(Spartaküs bröşürü) olarak anıldı. Broşür sonrası imzadan kaynaklı olarak grup ise Spartaküs Grubu olarak isimlendirildi. Önder kadroları içeride olduğu için broşürlerin dağıtım sorumluluğunu Leo Jogiches üslendi. Broşür Ekim Devrimi’nden sonra yayınlanmış olmasına, Almanya’da ki proletaryayı işçi devrimine çağırıyor olmasına rağmen istenilen etkiye ulaşamadı. 7 Ekim 1918’de yapılan gizli toplantıda işçilere ve askerlere yönelik sosyalizm propagandası yapılması, devrime hazırlanılması kararı alındı. Almanya’da devrimci süreç Spartaküsleri hazırlıksız yakaladı ve 4 Kasım 1918’de Kiel’de ki denizciler ayaklanmayı başlattı. Almanya’daki devrimci süreçten sonra Rosa Luxemburg ve diğer arkadaşları Die Rote Fahne isimli gazeteyi çıkardılar. 6 Aralık 1918’de Spartakistler bir eylem düzenledi. Eyleme Weimar Cumhuriyeti saldırdı, 16 üyesi eylemde katledildi. 29 Aralık 1918 ile 1 Ocak 1919 tarihleri arasında Berlin’de parti kongresi toplandı. Hareket Almanya Komünist Partisi ismini aldı.

Hareket ismini “Spartakus Mektupları” adlı illegal bir gazeteden alıyordu. SPD içerisindeki revizyonist dönüşümün farkında olan Spartakistler 1918’de partiden “bağımsızlar” adıyla ayrıldılar. Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin savunduğu reformist, revizyonist, sosyal-şoven işbirlikçi tezleri reddederek II. Enternasyonal’in politikalarına karşı ideolojik mücadele yürüterek, işçi sınıfı iktidarını gerçekleştirme eylemlerine hazırlıklarını başlattı.

Rosa Luxemburg; Die Rote Fahne'nin baş makalesinde halkı liberal gazetelerin yazıhanelerini işgal etmeye, işçi sınıfının iktidarını kurmaya çağırınca silahlı işçiler ve devrimci askerler isyan etti. Weimar Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı Friedrich Ebert; faşist örgütlenme olan Freikorps 'u Spartakistlerin üzerine yolladı ve 9 Ocak ile 15 Ocak tarihleri arasında şiddeti gittikçe artan çatışmalar yaşandı. Bu saldırılarla Spartaküslerin başlattığı isyanı bastırtmaya yetti ve yüzlerce Spartaküs öldürüldü. 15 Ocak 1919 tarihinde Luxemburg, Liebknecht ve Wilhelm Pieck; Freikorps (Cepheden dönen askerlerin oluşturduğu faşist örgütlenme) tarafından yakalandı. Liebknecht silahla vurularak öldürüldü, Luxemburg ise daha vahşi bir şekilde dipçik ile dövülerek öldürüldükten sonra bedeni ırmağa atıldı. Pieck ise yaşanan katliamdan kurtulmayı başardı. II.Emperyalist Paylaşım Savaşı'ndan sonra Doğu Almanya’nın kurulmasına öncülük etti. Pieck’in kurucu öncülüğü ile başlayan Doğu Almanya’nın ilk ve son cumhurbaşkanı olarak tarihte yerini aldı.

Almanya Komünist Partisi;  Rosa ve Karl gibi önemli önder kadroların ölümünden sonra düşüşe geçti, yer altına çekilerek illegal bir örgüt biçimiyle siyasal çalışmalarını sürdürdü. İllegal bir şekilde siyasete devam eden KPD’yi Leo Jogiches yönetti. Ancak çok geçmeden iki ay sonra o da yakalandı ve o da diğer yoldaşlarıyla aynı ölümü paylaştı.

Spartakistlerin 14 Aralık 1918’de Rote Fahne gazetesinde yayınladıkları bildiri:

I.- Devrimin güvenliği için derhal alınacak önlemler:

 1. Tüm polisin, bütün Yunker subayların ve proleter olmayan askerlerin, kısacası egemen sınıfların tüm üyelerinin silahsızlandırılması.
  2. Bütün silah ve cephane depolarıyla birlikte, silah fabrikalarına da işçi ve asker konseyleri tarafından el konulması.
  3. Tüm yetişkin erkek proleter nüfusun, işçi milisi olarak silahlandırılması. Karşı devrimci saldırılar ve bozgunculuğa karşı, devrimin sürekli olarak korunması için milisin aktif bir bölümü olarak proleterlerden oluşan Kızıl Muhafız örgütünün yaratılması.
  4. Yunker subaylarının -karşı devrimci subayların- ve uzlaşmacıların, bütün asker konseylerinden çıkarılması.
  5. Eski rejimin bütün siyasal organlarının yerine işçi ve asker konseylerinin getirilmesi.
  6. Savaşı başlatan ve uzatanları yargılamak amacıyla bir mahkeme kurulması.
  7. Halkın yiyecek ihtiyaçlarını koruma altına almak için tüm besin maddeleri stokuna el konulması.

II. – Siyasal ve Toplumsal alanda:
 
1. Bütün prensliklerin kaldırılması; birleşik bir Alman Sosyalist Cumhuriyeti’nin kurulması.
  2. Bütün parlamento ve belediye meclislerinin dağıtılması, yerlerine işçi ve asker konseylerinin geçirilmesi.
  3. Almanya’nın her yerindeki fabrikalarda işçi konseylerinin oluşturulması, askeri birliklerde ise (Yunker subayları konu dışında tutularak) asker konseylerinin oluşturulması.
  4. Bütün rütbe farklarının, hiyerarşinin ve unvanların kaldırılması. Kadın erkek arasında tam bir yasal ve toplumsal eşitlik sağlanması.
  5. En fazla altı saatlik işgünü.

III. – En önemli ekonomik talepler

  1. İmparatorluk hanedanının bütün servet ve gelirlerine toplum adına el konulması.
  2. Merkez konseyleri tarafından saptanacak bir tutar dışında, bütün savaş borçlarıyla birlikte, tüm devlet borçlarını silinmesi.
  3. Büyük ve orta tarım işletmelerinin tümünün toprak ve tarlalarına el konulması, ülkede merkezi bir yönetim altında sosyalist tarım topluluklarının oluşturulması 
  4. Büyük bankalara, madenlere ve bütün sanayi ve ticaret girişimlerine el konulması.
  5. Tüm servetlere el konulması.